Pahalı yapımların tüccar yönetmeni James Cameron’un son filmi “Avatar” birkaç açıdan ülkemizde coşkuyla karşılandı. Batıdan başka kültür dünyası tanımayan, doğuyu da batının anlattığı kadarıyla bilen bildik yazar ve sinema eleştirmenleri tarafından, film, ABD’yi “hardcore” eleştirme cesaretini gösterdiği iddiasıyla yere göğe konulamadı. Dindar diye bilinen kimi yazarlar tarafındansa, “Fil Sûresi” örnek gösterilerek, gözünü kan ve para bürümüş batılı beyaz adama, tanrının tokadını vurduran bir film olarak kutsandı Avatar. Hatta film, kimi gazetelerde sinemanın dinle, tasavvufla ilişkisinde bir milat olarak değer gördü.
Peki, filmle ilgili hakikat böyle midir? Avatar bize Batı hakkında, Doğu hakkında ne söyler? Daha da önemlisi söylediklerini nasıl söyler? Avatar’ı büyük bir coşkuyla karşılayan kesimin tam tersi şekilde, ben, filmi bildik Hollywood sömürülerinden yeni bir tanesi olarak değerlendiriyorum. Bu sömürünün gerçekleşme biçimiyle, Batının Doğuya ait “ezelî hikmet” geleneklerini sömürme biçimi arasındaki benzerlik filmi ele almamızın çıkış noktası olabilir.
Batıdaki new age akımları, Hinduizm, Budizm, Taoizm gibi dinleri ve İslam tasavvufunun kimi büyük mutasavvıflarının yazdıklarını, özünden, ezelî hikmet geleneğinden soyarak nasıl tanrısız bir mistisizmin sportif faaliyeti haline getirerek bozunuma uğratıyorsa; filmin, dinsel geleneklerin mistik yorumlarına yaptığı da budur. Tersine döndürülen ve en önemli yerinde kesilen bir varlık zinciri ile aslında tüm yolların tanrıya çıktığı bir gelenek, tüm yolların doğanın içinde kaybolduğu ve tanrının bizzat doğa haline dönüştüğü panteist bir paganizme döndürülüyor. Na’vi halkı ile ormanın ve ormanda yaşayan her canlının ilişkisi, bu tür bir paganizmin dışavurumu olarak yansıyor sinema perdesine.
Hollywood’un mistik geleneklerle ilk defa bu tür bir ilişki kurmadığını bilenler için, Avatar tipi filmlerde, bu tür unsurların, büyük oranda sömürü ve fantezi amaçlı kullanıldığını tahmin etmek pek de zor değildir. Zira Hollywood filmlerinin mistisizmi ele alış biçimi, bir taraftan bin bir gece hikâyelerine benzer bir fantezi ortamı yaratıp izleyiciyi kendine bağlama, diğer taraftan da dinlerin modern toplum için en “tehlikeli” yönlerini kırpıp onları ehlileştirilmiş bir uyuşturucu olarak yeniden kullanıma sokma amacı taşır. Form ile özün birbirinin içine geçen ve birbiriyle ayrılmaz bir bağ içinde olduğu bir mistisizm değil; formun, içindeki özle irtibatını yitirdiği ve tek başına ortalıkta kalakaldığı, öylece kalakaldığı için de başka bir öze hizmet ettiği bir mistisizmdir söz konusu olan. Avatar’da bu yeni öz, new age dinlerin hemen tümünde görünen pagan unsurlar taşır.
Avatar, aslında animasyon filmlerin büyük yönetmeni Miyazaki’nin filmlerinin dejenere edilmiş bir versiyonu olarak dikkat çekiyor. Miyazaki’nin, vakıf olduğu gelenek bilgisi sebebiyle her filminde derinleştirdiği bakışı, Cameron’da basit bir çocuk masalı haline dönüşmüş halde. Bu noktada filmin biçimi ile anlatmak istediği şey arasındaki hayati bağı göz ardı etmemek gerekli. Na’vilerin ve onların yaşadıkları ormanın, büyük çoğunluğu bilgisayar ortamında yaratılmış görüntüleri ile Batı insanının Doğunun mistik geleneklerine bakışı arasındaki ilişkiyi çözümlemek önem kazanıyor. Dinsel veya mistik gelenekler, ancak ayağı yerden keserse, bir sos haline getirilip parlak renkler kuşanırsa, bir fantezi diyarından haber verirse “ezildikleri zaman üzülmek gereken ” unsurlar olarak dikkat kazanma hakkı kazanırlar. Eğer gerçekseniz, fantastik bir dünyaya, parlak, bambaşka ve Batı insanına şehvetini karşılayacak imkânı sağlayacak bir hayata sahip değilseniz, yeterince “egzotik” de değilsiniz demektir. Egzotikleştirme, özellikle Hollywood sinemasının uyuşturma ve çarpıtma mekanizmalarından en önemlisi olarak, Avatar’da da en önemli unsur olarak dikkat çekiyor. Eğer Na’vilerin yaşadığı orman, cennet misali bir yer olmasaydı, insanın hayal gücünü zorlayan (çoğu da Miyazaki’den aparma) güzelliklerin olduğu o ormanda yaşayanlar Na’viler gibi kendi halinde yaşayan iddiasız varlıklar olmasalardı, muhtemelen sempati ve empati mekanizması bu derece işlemeyecekti.
Filmin, ABD’nin bugün dünyada yaptıklarını en sert şekilde eleştirdiğini düşünenlere, Na’vilerin direnişini başlatanların da, Pandora gezegenine gelen beyaz adamların içindeki “bilim adamı” sınıfı olduğunu hatırlatmakta yarar görüyorum. Afganistan’ı, Vietnam’ı “kurtaran” Rambo’nun yaptıklarından çok farkı olmayan bu tutumun ülkemizdeki kimi yazar-çizer tarafından bu derece sorgusuz sualsiz kabul görmesini doğrusu hayretle karşılıyorum. Sorun yapının kendisinde değil, sistemin içindeki hırslı bir takım liderlerdedir; Bush yerine Obama’yı getirirsiniz, öte tarafa da birkaç Rambo salar işi çözersiniz. Böylece dünya da, Pandora da güllük gülistanlık bir yer haline dönüşüverir!
Avatar’da, mistik geleneklerdeki varlık hiyerarşisi ile veya İslam tasavvufunda, “ayân-ı sabite” kavramı ile ilişkilendirilebilecek bazı bölümler var. Jake ile avatarı arasındaki ilişki böyle bir ilişki. Ama bu ilişkide “ayân-ı sabite”nin kontrolünün beyaz adam elinde (bir başka yaratılan) olduğunu gözden kaçırmayalım. Artık tüm varlıkların yaratıcısı olan ve ancak hiyerarşinin tepesinde O olunca anlam kazanan bir varlık âlemi yok, her varlığın birbiriyle ilişkide olduğu ama bunların üst uzamlarının da kendi içinde bulunduğu bir doğa-varlık ilişkisi vardır. Bazı yazarların, Na’vilerin kutsal yeri yok olmak üzereyken, işgalcilerin devasa canlılar tarafından yok edilmesini Fil Sûresi’nde Kâbe’yi yıkmak isteyenlerin başına gelenlere benzetmesi dikkate değer bir benzetmedir. Ancak, ben bu benzetmenin bir tanrıyı imlemediğini ve birbirleriyle sıra dışı ilişkileri olan varlıkların olduğu bir dünyanın kendini koruması olduğunu düşünüyorum. Bu da “makbul mistisizmin” tüm unsurlarının korunması demektir. Maji, büyü, pagan ayinler ve bunlar gibi birçok fantastik unsurun egzotikleştirdiği ve bu yüzden empatimize mazhar olan Pandora ile egzotize edilebilmek şöyle dursun, bir an önce tüm inançlarıyla silinmesi gereken mesela bir Filistin’i, mesela bir Irak’ı, bir Afganistan’ı benzeştirmek olsa olsa Hollywood mekanizmasını hiç bilmemek demektir.
Hollywood’un özel efekt bombardımanlı ve artık tamamen bilgisayarlarda üretilen devasa bütçeli bu tip filmleri, gerçeklikle ilişki kurulmak amaçlı olması bir yana, sinematografisinin bütün öğeleriyle gerçeklikten tamamen koparak fantastik bir dünyaya adım atmanın araçlarıdırlar. Din, mistisizm ancak bir makyaj olarak kalmayı garanti ediyor ve iyi bir seyirci kitlesi vaat ediyorsa uygun dozlarda “light versiyonlarıyla” kullanıma sokulur. Zira dinin “hard” versiyonları ancak terör filmlerinde ABD’nin teröre karşı mücadelesinin haklandırma mekanizması olarak işlev görürler.
Peki light versiyon da olsa, paganizm çağrıştırmalı da olsa mistik bir dinleri olan barışçı bir halkı yok etmeye gitmiş “beyaz adamın” gaddarlığını ortaya koyması açısından hiç mi takdir edilecek yönü yoktur Avatar’ın? Güzel görüntülü bir çizgi film izleme keyfi vermesi harici, evet hiç yoktur! Zira Avatar, bilinçaltımıza, “beyaz adam”a direnme “hakkı olan” insan versiyonunu kazıtmasıyla; işgali ve şiddeti tekil bir sapıklığa ve hırsa indirgemesiyle; dinin ve mistisizmin makbul şekilleri üzerine yaptığı bir imaj çalışmasıyla hiç de masum bir pozisyonda durmuyor. Bırakın yazının başında filmi coşkuyla karşılayan kimi yazarların iddialarını karşılamayı, o iddiaların tam da tersinin dayatıldığı bir film olarak Avatar Hollywood’un sıradan fantezi filmlerinden birisi olmanın ötesinde olumlu bir anlam atfedilmeyi hak etmiyor bence.
alıntı
derindüşünce