- Mesajlar
- 778
Yıllar önce başladı maceramız sinemayla…
bir grup entelektüel görünümlü logar çukurunun, ebola virüsünün, bangır bangır bağırması ve psikolojik savaşıydı, ailesinden yeni kopmuş milyonlarca genci, kendi bölgelerine çekmek…
logarın en dibine, en özüne…
Sadece çekmek değil, kalmasını sağlamaktı orada, sonsuza ve donsuza kadar, demirbaş olarak hem de…
En prime time zamanlarda, gazetelerinin en güzel köşelerinde, akıttılar zehirlerini, körpecik beyinlere, binlercesine, on binlercesine…
Küçük bir çocuktum ben, belki de genç, bilemiyorum, 17 yaşında… Ailemden yeni ayrılmış, üniversite yollarında, hiç tanımadığım ve görmediğim bir şehrin, hiç bilmediğim bir ikliminde, yalnızlığa ve soğuğa, o şehrin hayatımda hiç görmediğim soğuğuna alışmaya çalışıyordum…
Bir tabuydu o zaman üniversite o yıllarda ve özellikle, bizim mahallede…
Sele sepet satıcısı göçmenlerin, patates soğan satıcısı insanların seslerinin fon müziği olduğu, ipek yolu vari tüm esnafın geçiş noktası olan mahallemizde, ilk yıkanlardan birisiydik o tabuyu… 94 sonları, 95 başları…
Bağırırdı satıcılar….
Geldi yumurtaciii….
Selelerim var, sepetlerim vaaar…..
4 peçete bir milyon, kırk maşa bir milyoooon…
Kuru soğan sarı patateeess….
Nene, maydaniiiisss….(nane maydonoz) (çok yaşlı bir dede, söylediği iki kelime beynimde mıh gibi…)
Eyyysssskiler alireeeemmm… (eskiler alırım)
Evet, yıkmıştık o tabuyu, küçük ve hiç de şirin olmayan mahallemiz için artık, üniversite ve üniversiteli olmak diye bir kavram vardı…
Tek katlı müstakil evlerin hüküm sürdüğü, her evin damında mutlaka bir asma’nın olduğu yıllardı…
Bahar ayları geldiğinde, asmanın her bir dalında, kahverengi kuru dallardan tomurcuklanan asma yapraklarının güzelliğini izlerdim evin damına çıkıp…
Ne büyük mucize imiş, şimdi anlıyorum, Kadir’i Zülcelal’in onlarca ayeti kerimede buyurduğu gibi, kurumuş toprağı, ağacı nasıl canlandırıyorsak sizi de öyle dirilteceğiz…
Mahallede iki katlı bir ev varsa, parmakla gösterilir, ayrı bir dünyanın insanı oldukları düşünülürdü…
Damdan dama atlarken arkadaşlarımla, çinko bir damın, güneşte ısınmış çinkoları yakardı ellerimizi ya da ayak parmaklarımızı…
Mahalle maçlarımız olurdu, dünya ile bağlantısını kesip Allah’a yönelen bir veli kulun tüm benliğiyle yok olması gibi, biz de yok olurduk o kısacık maç saatlerinde, iki kale ve yuvarlak bir topun arasında…
Çikringo oynar, karşılıklı iki evin salon pencerelerinin arasına ip gerer, voleybol oynardık, kurallarını hiç bilmediğimiz…
Evimizin hemen yanındaki mandalina bahçesinde kısır yapardı bazen annem, en çok batırığı severdi ablam…
Portakal çiçeğinin o inanılmaz, eşsiz, benzersiz kokusu sarardı bahar aylarında tüm benliğimizi…
Yoktu böyle bir koku dünyada, ve ömrümde, olmadı da zaten ondan sonra bir daha…
Evet, böyle bir mahallede, tabuları yıkarak üniversiteyi kazanan ilk gençlerdik biz…
Rotası kaymıştı mahallenin… Artık mahallenin tüm gençleri için, break dansı yapmak, güvercin beslemek, bally çekmek, marka kıyafetler satın almak dışında yeni bir gelecek rotası vardı, adı üniversite olan, hiç görmediğimiz, bilmediğimiz…
Ablamı, düğün alayı gibi bir kalabalıkla uğurladıktan 2 yıl sonra, güzel iklimli bir üniversiteye, ülkenin en soğuk şehirlerden birisinde 7 sene kalmayı yazmıştı bana, on sekiz bin Âlemin sahibi Yüce Yaradan…
Benim için de bir kutlama programı tertip edildiğini hatırlıyorum…
Kolay olmadı üniversiteyi kazanmamız…
Bulaşık yıkarken, bulaşık taşına koyduğu kitaplarla ders çalışırdı ablam, hiç yerinde duramazdı…
Bana zorla bulaşık yıkatmaya çalıştığı yıllardı yine o yıllar…
İnsanları bu çocuk sakat mı acaba diye düşündürecek büyük bir kafayı, mutfağının demirlerinin arasından sokar ve beni mutfakta sıkıştıran ablamdan, öyle kaçardım bulaşık yıkamaktan…
Şimdi oğlumun da kafası normalden büyük olduğu için onlarca doktor aynı şeyi söylüyor, Allah’ım esirgesin…
Yapmadığı soru kalmadı ablamın, en büyük örneğimdi önümdeki, beni üniversite sıralarına atan…
17 yaşında, elinde bavullarla hiç bilmediği bir şehirde, gideceği yeri arayan ne yapacağını bilmeyen bir çocuğum şimdi…
İnsanlığın sıfır çektiği yıllardı, kavga dövüş, çıkar hesapları zirve yapmıştı, tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden birisini yaşıyordu ülkem…
Bir şekilde başladık, yurda yerleştik ve artık bir üniversiteliydik…
Şimdi yıllarımız ve yaşantımızın seyri, bu entel çıyanların, çağdaş akreplerin, gözü dönmüş ve satılmış köle ve köşe yazarlarının, aşağılık program yapımcılarının, sahtekâr haber spikerlerinin ve moderin medya patronlarının elinde idi…
İstedikleri gibi oynayacakları, onlarca yılımız ve milyonlarca saatimiz artık onların huzurunda ve emrinde idi…
Ellerimiz bağlı, yüreklerimiz bağlı, karşılarında hazırdık verilecek emirlere…
Evet, sinema dediler ilk…
Gençler, bakın siz madem üniversitelisiniz, entelsiniz, dantelsiniz, çağdaşsınız, kendinizi yobazlıktan ayıracak bir uğraş bulun kendinize…
Onun adıydı sinema…
İki tane sinema salonumuz vardı şehirde o zaman, bir tane de devlet tiyatrosu…
Arttırabildiğimiz zamanlarda, babalarımızın gönderdiği harçlıklardan, gidiyorduk sinema salonlarına…
Seçilmiştik biz; sinema izleyen, tiyatroya giden, kıvançlı ve ileri gençlerdik hepimiz…
Kampüssel bir baskı vardı tüm üniversite gençliğinin üzerinde, film ne kadar aşağılık olursa olsun, izlemeli idi üniversite genci…
Ve o hafta, tramvayda ya da akşam ki çay sohbetinde bahsedilmeliydi aşağılık sahnelerinden, o canıım filmin…
Sektör, köşe yazarlarına yazdırdı önce…
Gidin izleyin… beğeneceksiniz… ölmeden önce izlemeniz gereken filmlerden biri…
Bayılacaksınız…
Sonra, güzel yüzlü, etkin sözlü, yalandan ve dolandan derin bakışlı haber spikerlerine yöneldi, onlar da ellerinde mikrofon yakaladıkları ilk adama sordular, sordular ve sordular :
Afedersiniz, en son hangi filmi izlediniz!...
Efendim, en son hangi kitabı okudunuz!...
Cevap veremedin, bittin… yerlerde o karizma dedikleri şey… nasıl bakacaksın onca insanın yüzüne…
Hep sordular ve sordular ki, savaş, psikolojik savaş ta ciğerlerimize işlesin…
bir kıyafetti giydirilen, zorla...
X sanatçısının filmlerini izlerdim hep, o gelsin diye bekler ve kaçırmamaya özen gösterirdim…
Bu sanatçının Amerika’da nerede yaşadığını ve kaç çocuğunun olduğunu bilirdim…
-Nasıl oynamış adam ya, nasıl çekmişler bu sahneyi…
-Film müziklerini satın aldın mı?
-İnanmıyorum ya, adamlar yapıyorlar, bak nasıl çekmişler bu sahneyi, arka plandaki bası duyuyor musun…biz daha nerelerdeyiz…
Gibi zırvalıklar, saçmalıklar, zorbalıklar, laf salataları ve salatalıkları, ısmarlama laflar, yalanlar doldururken hafızalarımızı, kullanamadık beyinlerimizi gerektiği kadar, en istenilen düzeyde kaldı leveller…
Bilmem ne yönetmeninin, 10 saniyede parçaladığı 20 tane araba sahnesini hayranlıkla izlerken; hipnotize edilmiş, uyutulmuş, unutulmuş ruhum, benliğim, nefsim, bünyem; bu satılmışların, insan hakları beyannameleri, demokrasi derslerini okudum ben… 10 saniyelik o kokuşmuş çekimler için harcanan para da, 10 bin Afrika’lı çocuğun 1 sene karnının doyacağını düşünmeden, düşünemeden…
Ha merak etmeyin, ortaçağ da ya da sonrasında, 1900’lü yıllara kadar sizler, kadınları, insanları, hayvanlardan aşağı görürken, birbirinizi ve Müslümanları kıtır kıtır keserken,
1400 küsür yıl önce, on sekiz bin âlemin Sultanı Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Veda Hutbesin'de arabın arap olmayana, arap olmayanın da arap olana üstünlüğünün olmadığını, üstünlüğün ancak takvada olduğunu, kadın haklarını, kimsenin kimseye zulüm etmemesi gerekliliğini, kardeşliği, insanlığı ve daha birçok güzelliği yüzbinlere haykırmıştı…
X holivuuud sanatçısının filmlerini izlerdim ben, nerede yaşadığını ve kaç çocuğunun olduğunu ve kıçına giydiği donun markasını bilirdim ben, evet ben…
17 yaşındaydım…
On sekiz bin âlemin sahibi, Kadiri Zülcelal’ın biricik sevgilisi on sekiz bin âlemin Sultanı Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in çocuklarının adını sorsalar bilemezdim…
Şimdi soruyorum ey dostlar, kaç çocuğu var ve nerede vefat etmiştir Efendimiz?
İlk çocuğu kimdir Efendimizin? Kimdir annesi, babası…
Nasıl yaşamış, nasıl tebliğ etmiş güzel dinimizi…
Soruyorum bazen, ilk önce kendime, sonra eşe dosta, arkadaşlara bu soruları, derin bir sessizlikten sonra, hmmm hmmm sesleri arasında kaçamak bakışlı kaçamak cevaplarla kapatıyoruz konuyu…
Bırakalım bunları da şimdi, bu gece eleme gecesi, Acaba kim birinci olacak bilmem ne adasında bilmem ne yarışmasında?
Evet…
Çok uğraştılar aynaların karşısında, emek verdiler toplantı masalarında onlarca yıl…
İlk amaç yok etmekti kültürümüzü, inançlarımızı…
Alırsan elinden bir milletin kültürünü ve inançlarını, millet diye bir şey kalmayacağını bizden 1000 sene önce öğrenmişlerdi zaten, ordinaryüslük alanlarıydı çünkü…
İstediklerini başardılar mı acaba… ya biz onların istedikleri kıvama gelebildik mi?
Bir film izleyin şimdi, sinemada, kara perde de, ya da evinizde, kara ekranda…
Bir dizi ya da, bilmem kaç bölümü olan, her bir bölümünün çılgınlıkla beklendiği…
17 yaşındayım, bir sinema filmindeyim şimdi…
Gururla, kibirle izlemeye devam ediyorum, Amerikan, avrupan yapımı filmleri…
Bir içecek görüyorum sürekli ellerinde, bir şeyler yiyorlar sürekli bu adamlar…
Sonra en pahalı arabalara binip, en lüx evlerde yaşıyorlar…
En üst düzey saat kollarında, en olmadık paralara satın alınmış takım elbiseler üstlerinde…
Arabalar, sahiller, yatlar, katlar, kokteyller, gece hayatı, o, bu, şu ot b.k…
Ne varsa bize ait olanı ellerimizden almak için milyar dolarlar harcıyorlar…
En başarılı toplum mühendisliği projelerini, avın üzerinde salınan köpekler gibi salıyorlar üzerimize…
Cinsellik, şehvet, yalan aşk, ihanet, aldatma ne ararsan var içerisinde, sanki bir milyoncu dükkanı…
Ne ararsan var, zayıf olan yanımızın istediği…
Sonra bu adamlar her türlü boku lokma lokma yedikten sonra bir bakıyorsun, ibadethanelerindeler…
Ayindeler, af çıkartıyorlar… sonra bir bayrak, dalgalanıyor rüzgarda…
Ardından bir marş…. Oooohhh, suyundan da koy kuru fasulyeci tahsin amca….
10 yaşında, 15 yaşında, 17 yaşında bilmem kaç yaşında gençler sonra mutlu mutlu çıkıyorlar sinemadan…
Beyin alınmış…
Kültürün anası ağlatılmış…
Düşüncenin dibine en güçlü dinamitler yerleştirilmiş…
Sormaya, sorgulamaya tecavüz edilmiş…
Ahlak sıfırlanmış…
Nizamın içine edilmiş…
İnancın, inançlarımızın kefeni biçilip, toprağa gömülmüş…
Kendi aşağılık kültürleri empoze edilmiş…
İnançları çaktırmadan, inceden, en kalın haliyle hayatımıza sokulmuş…
Yaşam biçimleri, yaşam biçimimiz haline gelmiş…
Ahlak sıfır, inanç sıfır, adalet sıfır, iffet sıfır, haya sıfır, edep sıfır…
Kültürümüzü inancımızı elimizden aldıkları yetmiyormuş gibi, bir de bunu paramızı alarak yapıyorlar…
Evet, kendi kültürlerini, çarpıklıklarını bizlere filmleri ile satıp, bir de üzerine paramızı alıyorlar…
Uyumaya devam edelim biz, boş verin bunları, birazdan en sevdiğim dizi başlayacak zaten…
Bir zamanlar, İngiliz sömürge bakanı şunu diyordu bir gazete haberinde, çok değil 70-80 sene önce, eğer biz Müslümanların elinden Kuran-ı Kerimi alamazsak, başarı ihtimalimiz yoktur… Ya ellerinden alacağız, ya da onları, Kuranı Kerim’den soğutmanın bir yolunu bulacağız…
Başarılı oldular mı, Hayııırrr, Biz Türk’üz bize bir şey olmaz…
Şimdi soralım bir kendimize Allah rızası için,
Nerede Kuranı Kerim…
Kalbimizde, masanın üstünde, kitaplıkta, rafta ya da dolabın içerisinde mi?
Peki, kaç zamandır garip?
Kaç zamandır el sürülmedi ona…
1 gün, ne kadar güzel…
3 gün, hadi alalım elimize…
5 gün, üzülmüş biraz…
7 gün, lütfen, okuyalım artık…
15 gün, uzun zaman olmuş, hemen okumak lazım…
30 gün, aman Ya Rabbi!
6 ay, Aman ya Rabbi!!!
1 sene, affet Allah’ım, Aman Allah’ım, affet, affet Ya Rabbi!!!
Evet, Allah’ın kelamı garip, belki yıllardır…
Affet ya Rabbi!!!
Neyse başımız ağrıdı bunları duymaktan...
Bir dizi serisini açayım da bilmem kaçıncı sezon tüm bölümleri sabahlara kadar izleyeyim…
Sonra, bir yurt içi seyahati…
Ardından yurt dışı…
Biraz kredi, arabayı yenilemem lazım…
Sonra ev için 20 senelik borç… Kredi yine…
Bir akıllı telefon, 2000 liralık…
5 yıldızlı bir tatil…
Evet, Satılık Din!
ve Alınık Kültür!
Affet!!!
bir grup entelektüel görünümlü logar çukurunun, ebola virüsünün, bangır bangır bağırması ve psikolojik savaşıydı, ailesinden yeni kopmuş milyonlarca genci, kendi bölgelerine çekmek…
logarın en dibine, en özüne…
Sadece çekmek değil, kalmasını sağlamaktı orada, sonsuza ve donsuza kadar, demirbaş olarak hem de…
En prime time zamanlarda, gazetelerinin en güzel köşelerinde, akıttılar zehirlerini, körpecik beyinlere, binlercesine, on binlercesine…
Küçük bir çocuktum ben, belki de genç, bilemiyorum, 17 yaşında… Ailemden yeni ayrılmış, üniversite yollarında, hiç tanımadığım ve görmediğim bir şehrin, hiç bilmediğim bir ikliminde, yalnızlığa ve soğuğa, o şehrin hayatımda hiç görmediğim soğuğuna alışmaya çalışıyordum…
Bir tabuydu o zaman üniversite o yıllarda ve özellikle, bizim mahallede…
Sele sepet satıcısı göçmenlerin, patates soğan satıcısı insanların seslerinin fon müziği olduğu, ipek yolu vari tüm esnafın geçiş noktası olan mahallemizde, ilk yıkanlardan birisiydik o tabuyu… 94 sonları, 95 başları…
Bağırırdı satıcılar….
Geldi yumurtaciii….
Selelerim var, sepetlerim vaaar…..
4 peçete bir milyon, kırk maşa bir milyoooon…
Kuru soğan sarı patateeess….
Nene, maydaniiiisss….(nane maydonoz) (çok yaşlı bir dede, söylediği iki kelime beynimde mıh gibi…)
Eyyysssskiler alireeeemmm… (eskiler alırım)
Evet, yıkmıştık o tabuyu, küçük ve hiç de şirin olmayan mahallemiz için artık, üniversite ve üniversiteli olmak diye bir kavram vardı…
Tek katlı müstakil evlerin hüküm sürdüğü, her evin damında mutlaka bir asma’nın olduğu yıllardı…
Bahar ayları geldiğinde, asmanın her bir dalında, kahverengi kuru dallardan tomurcuklanan asma yapraklarının güzelliğini izlerdim evin damına çıkıp…
Ne büyük mucize imiş, şimdi anlıyorum, Kadir’i Zülcelal’in onlarca ayeti kerimede buyurduğu gibi, kurumuş toprağı, ağacı nasıl canlandırıyorsak sizi de öyle dirilteceğiz…
Mahallede iki katlı bir ev varsa, parmakla gösterilir, ayrı bir dünyanın insanı oldukları düşünülürdü…
Damdan dama atlarken arkadaşlarımla, çinko bir damın, güneşte ısınmış çinkoları yakardı ellerimizi ya da ayak parmaklarımızı…
Mahalle maçlarımız olurdu, dünya ile bağlantısını kesip Allah’a yönelen bir veli kulun tüm benliğiyle yok olması gibi, biz de yok olurduk o kısacık maç saatlerinde, iki kale ve yuvarlak bir topun arasında…
Çikringo oynar, karşılıklı iki evin salon pencerelerinin arasına ip gerer, voleybol oynardık, kurallarını hiç bilmediğimiz…
Evimizin hemen yanındaki mandalina bahçesinde kısır yapardı bazen annem, en çok batırığı severdi ablam…
Portakal çiçeğinin o inanılmaz, eşsiz, benzersiz kokusu sarardı bahar aylarında tüm benliğimizi…
Yoktu böyle bir koku dünyada, ve ömrümde, olmadı da zaten ondan sonra bir daha…
Evet, böyle bir mahallede, tabuları yıkarak üniversiteyi kazanan ilk gençlerdik biz…
Rotası kaymıştı mahallenin… Artık mahallenin tüm gençleri için, break dansı yapmak, güvercin beslemek, bally çekmek, marka kıyafetler satın almak dışında yeni bir gelecek rotası vardı, adı üniversite olan, hiç görmediğimiz, bilmediğimiz…
Ablamı, düğün alayı gibi bir kalabalıkla uğurladıktan 2 yıl sonra, güzel iklimli bir üniversiteye, ülkenin en soğuk şehirlerden birisinde 7 sene kalmayı yazmıştı bana, on sekiz bin Âlemin sahibi Yüce Yaradan…
Benim için de bir kutlama programı tertip edildiğini hatırlıyorum…
Kolay olmadı üniversiteyi kazanmamız…
Bulaşık yıkarken, bulaşık taşına koyduğu kitaplarla ders çalışırdı ablam, hiç yerinde duramazdı…
Bana zorla bulaşık yıkatmaya çalıştığı yıllardı yine o yıllar…
İnsanları bu çocuk sakat mı acaba diye düşündürecek büyük bir kafayı, mutfağının demirlerinin arasından sokar ve beni mutfakta sıkıştıran ablamdan, öyle kaçardım bulaşık yıkamaktan…
Şimdi oğlumun da kafası normalden büyük olduğu için onlarca doktor aynı şeyi söylüyor, Allah’ım esirgesin…
Yapmadığı soru kalmadı ablamın, en büyük örneğimdi önümdeki, beni üniversite sıralarına atan…
17 yaşında, elinde bavullarla hiç bilmediği bir şehirde, gideceği yeri arayan ne yapacağını bilmeyen bir çocuğum şimdi…
İnsanlığın sıfır çektiği yıllardı, kavga dövüş, çıkar hesapları zirve yapmıştı, tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden birisini yaşıyordu ülkem…
Bir şekilde başladık, yurda yerleştik ve artık bir üniversiteliydik…
Şimdi yıllarımız ve yaşantımızın seyri, bu entel çıyanların, çağdaş akreplerin, gözü dönmüş ve satılmış köle ve köşe yazarlarının, aşağılık program yapımcılarının, sahtekâr haber spikerlerinin ve moderin medya patronlarının elinde idi…
İstedikleri gibi oynayacakları, onlarca yılımız ve milyonlarca saatimiz artık onların huzurunda ve emrinde idi…
Ellerimiz bağlı, yüreklerimiz bağlı, karşılarında hazırdık verilecek emirlere…
Evet, sinema dediler ilk…
Gençler, bakın siz madem üniversitelisiniz, entelsiniz, dantelsiniz, çağdaşsınız, kendinizi yobazlıktan ayıracak bir uğraş bulun kendinize…
Onun adıydı sinema…
İki tane sinema salonumuz vardı şehirde o zaman, bir tane de devlet tiyatrosu…
Arttırabildiğimiz zamanlarda, babalarımızın gönderdiği harçlıklardan, gidiyorduk sinema salonlarına…
Seçilmiştik biz; sinema izleyen, tiyatroya giden, kıvançlı ve ileri gençlerdik hepimiz…
Kampüssel bir baskı vardı tüm üniversite gençliğinin üzerinde, film ne kadar aşağılık olursa olsun, izlemeli idi üniversite genci…
Ve o hafta, tramvayda ya da akşam ki çay sohbetinde bahsedilmeliydi aşağılık sahnelerinden, o canıım filmin…
Sektör, köşe yazarlarına yazdırdı önce…
Gidin izleyin… beğeneceksiniz… ölmeden önce izlemeniz gereken filmlerden biri…
Bayılacaksınız…
Sonra, güzel yüzlü, etkin sözlü, yalandan ve dolandan derin bakışlı haber spikerlerine yöneldi, onlar da ellerinde mikrofon yakaladıkları ilk adama sordular, sordular ve sordular :
Afedersiniz, en son hangi filmi izlediniz!...
Efendim, en son hangi kitabı okudunuz!...
Cevap veremedin, bittin… yerlerde o karizma dedikleri şey… nasıl bakacaksın onca insanın yüzüne…
Hep sordular ve sordular ki, savaş, psikolojik savaş ta ciğerlerimize işlesin…
bir kıyafetti giydirilen, zorla...
X sanatçısının filmlerini izlerdim hep, o gelsin diye bekler ve kaçırmamaya özen gösterirdim…
Bu sanatçının Amerika’da nerede yaşadığını ve kaç çocuğunun olduğunu bilirdim…
-Nasıl oynamış adam ya, nasıl çekmişler bu sahneyi…
-Film müziklerini satın aldın mı?
-İnanmıyorum ya, adamlar yapıyorlar, bak nasıl çekmişler bu sahneyi, arka plandaki bası duyuyor musun…biz daha nerelerdeyiz…
Gibi zırvalıklar, saçmalıklar, zorbalıklar, laf salataları ve salatalıkları, ısmarlama laflar, yalanlar doldururken hafızalarımızı, kullanamadık beyinlerimizi gerektiği kadar, en istenilen düzeyde kaldı leveller…
Bilmem ne yönetmeninin, 10 saniyede parçaladığı 20 tane araba sahnesini hayranlıkla izlerken; hipnotize edilmiş, uyutulmuş, unutulmuş ruhum, benliğim, nefsim, bünyem; bu satılmışların, insan hakları beyannameleri, demokrasi derslerini okudum ben… 10 saniyelik o kokuşmuş çekimler için harcanan para da, 10 bin Afrika’lı çocuğun 1 sene karnının doyacağını düşünmeden, düşünemeden…
Ha merak etmeyin, ortaçağ da ya da sonrasında, 1900’lü yıllara kadar sizler, kadınları, insanları, hayvanlardan aşağı görürken, birbirinizi ve Müslümanları kıtır kıtır keserken,
1400 küsür yıl önce, on sekiz bin âlemin Sultanı Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Veda Hutbesin'de arabın arap olmayana, arap olmayanın da arap olana üstünlüğünün olmadığını, üstünlüğün ancak takvada olduğunu, kadın haklarını, kimsenin kimseye zulüm etmemesi gerekliliğini, kardeşliği, insanlığı ve daha birçok güzelliği yüzbinlere haykırmıştı…
X holivuuud sanatçısının filmlerini izlerdim ben, nerede yaşadığını ve kaç çocuğunun olduğunu ve kıçına giydiği donun markasını bilirdim ben, evet ben…
17 yaşındaydım…
On sekiz bin âlemin sahibi, Kadiri Zülcelal’ın biricik sevgilisi on sekiz bin âlemin Sultanı Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in çocuklarının adını sorsalar bilemezdim…
Şimdi soruyorum ey dostlar, kaç çocuğu var ve nerede vefat etmiştir Efendimiz?
İlk çocuğu kimdir Efendimizin? Kimdir annesi, babası…
Nasıl yaşamış, nasıl tebliğ etmiş güzel dinimizi…
Soruyorum bazen, ilk önce kendime, sonra eşe dosta, arkadaşlara bu soruları, derin bir sessizlikten sonra, hmmm hmmm sesleri arasında kaçamak bakışlı kaçamak cevaplarla kapatıyoruz konuyu…
Bırakalım bunları da şimdi, bu gece eleme gecesi, Acaba kim birinci olacak bilmem ne adasında bilmem ne yarışmasında?
Evet…
Çok uğraştılar aynaların karşısında, emek verdiler toplantı masalarında onlarca yıl…
İlk amaç yok etmekti kültürümüzü, inançlarımızı…
Alırsan elinden bir milletin kültürünü ve inançlarını, millet diye bir şey kalmayacağını bizden 1000 sene önce öğrenmişlerdi zaten, ordinaryüslük alanlarıydı çünkü…
İstediklerini başardılar mı acaba… ya biz onların istedikleri kıvama gelebildik mi?
Bir film izleyin şimdi, sinemada, kara perde de, ya da evinizde, kara ekranda…
Bir dizi ya da, bilmem kaç bölümü olan, her bir bölümünün çılgınlıkla beklendiği…
17 yaşındayım, bir sinema filmindeyim şimdi…
Gururla, kibirle izlemeye devam ediyorum, Amerikan, avrupan yapımı filmleri…
Bir içecek görüyorum sürekli ellerinde, bir şeyler yiyorlar sürekli bu adamlar…
Sonra en pahalı arabalara binip, en lüx evlerde yaşıyorlar…
En üst düzey saat kollarında, en olmadık paralara satın alınmış takım elbiseler üstlerinde…
Arabalar, sahiller, yatlar, katlar, kokteyller, gece hayatı, o, bu, şu ot b.k…
Ne varsa bize ait olanı ellerimizden almak için milyar dolarlar harcıyorlar…
En başarılı toplum mühendisliği projelerini, avın üzerinde salınan köpekler gibi salıyorlar üzerimize…
Cinsellik, şehvet, yalan aşk, ihanet, aldatma ne ararsan var içerisinde, sanki bir milyoncu dükkanı…
Ne ararsan var, zayıf olan yanımızın istediği…
Sonra bu adamlar her türlü boku lokma lokma yedikten sonra bir bakıyorsun, ibadethanelerindeler…
Ayindeler, af çıkartıyorlar… sonra bir bayrak, dalgalanıyor rüzgarda…
Ardından bir marş…. Oooohhh, suyundan da koy kuru fasulyeci tahsin amca….
10 yaşında, 15 yaşında, 17 yaşında bilmem kaç yaşında gençler sonra mutlu mutlu çıkıyorlar sinemadan…
Beyin alınmış…
Kültürün anası ağlatılmış…
Düşüncenin dibine en güçlü dinamitler yerleştirilmiş…
Sormaya, sorgulamaya tecavüz edilmiş…
Ahlak sıfırlanmış…
Nizamın içine edilmiş…
İnancın, inançlarımızın kefeni biçilip, toprağa gömülmüş…
Kendi aşağılık kültürleri empoze edilmiş…
İnançları çaktırmadan, inceden, en kalın haliyle hayatımıza sokulmuş…
Yaşam biçimleri, yaşam biçimimiz haline gelmiş…
Ahlak sıfır, inanç sıfır, adalet sıfır, iffet sıfır, haya sıfır, edep sıfır…
Kültürümüzü inancımızı elimizden aldıkları yetmiyormuş gibi, bir de bunu paramızı alarak yapıyorlar…
Evet, kendi kültürlerini, çarpıklıklarını bizlere filmleri ile satıp, bir de üzerine paramızı alıyorlar…
Uyumaya devam edelim biz, boş verin bunları, birazdan en sevdiğim dizi başlayacak zaten…
Bir zamanlar, İngiliz sömürge bakanı şunu diyordu bir gazete haberinde, çok değil 70-80 sene önce, eğer biz Müslümanların elinden Kuran-ı Kerimi alamazsak, başarı ihtimalimiz yoktur… Ya ellerinden alacağız, ya da onları, Kuranı Kerim’den soğutmanın bir yolunu bulacağız…
Başarılı oldular mı, Hayııırrr, Biz Türk’üz bize bir şey olmaz…
Şimdi soralım bir kendimize Allah rızası için,
Nerede Kuranı Kerim…
Kalbimizde, masanın üstünde, kitaplıkta, rafta ya da dolabın içerisinde mi?
Peki, kaç zamandır garip?
Kaç zamandır el sürülmedi ona…
1 gün, ne kadar güzel…
3 gün, hadi alalım elimize…
5 gün, üzülmüş biraz…
7 gün, lütfen, okuyalım artık…
15 gün, uzun zaman olmuş, hemen okumak lazım…
30 gün, aman Ya Rabbi!
6 ay, Aman ya Rabbi!!!
1 sene, affet Allah’ım, Aman Allah’ım, affet, affet Ya Rabbi!!!
Evet, Allah’ın kelamı garip, belki yıllardır…
Affet ya Rabbi!!!
Neyse başımız ağrıdı bunları duymaktan...
Bir dizi serisini açayım da bilmem kaçıncı sezon tüm bölümleri sabahlara kadar izleyeyim…
Sonra, bir yurt içi seyahati…
Ardından yurt dışı…
Biraz kredi, arabayı yenilemem lazım…
Sonra ev için 20 senelik borç… Kredi yine…
Bir akıllı telefon, 2000 liralık…
5 yıldızlı bir tatil…
Evet, Satılık Din!
ve Alınık Kültür!
Affet!!!