Hayatın en anlamlı hikayeleri 3...

Kodla Büyü

TR@NCER

Aktif Üye
Mesajlar
145
Kaybetmeden Acele Et

Neden mutlu olmak varken mutsuzluğu seçelim.
Neden huzura kavuşmak varken huzursuzluğun peşinden koşalım.
içindeki duyguları artık hayata geçirmenin zamanı geldi diye şöyle bir söylen kendi kendine...
istediğini yaşa, hayata, kendine sinir koyma. Duygularını yasamak için zamanı bekleme, onları hapsetme yüreğine, içinden geldiği gibi yaşa...
Bazı şeyleri yapmak için bekleme,belki gecikebilirsin.
Mutlu olmak için mücadele et, mutsuzluğun hayatına girmesine izin verme. ondan her zaman uzak dur,sakın yaklaşma!
Eğer bir şeyler yapmak istiyorsanız, karsınızdaki insandan ya da yapmak istediğiniz şeyin sizi kötü karşılamasından korkuyorsanız size diyebileceğim tek şey korkma yaşa ve gör! yasamadan ve yaşatmadan hiçbir şeye karar verme. Dediğim gibi her şey için çok geç olabilir.
Ve fazla vakit geçirmeden her şeyi olduğu gibi kabullenmeye hazırsan bekleme hemen hayata geçir düşüncelerini.
Hadi!.. ne bekliyorsunuz, belki sizin telefonunuzu bekleyen birileri vardır. Ya da yapmak istediğiniz şeylerin zamanı gelmiştir. Çabuk ol!..
 
Kaybedilenler

Dumandan yanan gözleri ile etrafa bakmadan bir yudum daha aldı rakısından. Başını kaldırıp etrafa göz gezdirdi, kimi kırk yaşında kimi 50 yaşında onlarca dertli insan. Tahta masanın arkasındaki hoparlörlerden cızırtılı bir ses kulakları okşamaktaydı... Topal Necmi' nin mekanı alelade bir yer idi. Oldu olası lüks mekanları hiç sevmemişti zaten. Teypten çıkan şarkıya gönlünü verdi.

" Dumanlı dağlar... Yol verin geçem dağlar... "

Yüreği burkuldu delikanlının.. Bir yudum daha aldı rakısından, ardından önüne özenerek konulmuş beyaz peynirin tadı ağzında yavaş yavaş kayboldu. Şarkı bitmesin istedi. Bitmesin hep sürsün. Bir ayağı topallayarak gelen meyhaneci;

- Bir isteğin varmı yiğidim

diye sorarken, delikanlı sanki bu soruyu beklermişcesine;

- Şarkıyı bir daha başa al, daha ne isterim ki babalık?

Başa döndü müzik. Dumanlı dağları söylerek içindeki son pilleri harcarken teyp, delikanlı iç çekip uzun bir yudum aldı sonra rakısından. Gözleri az ilerdeki masadaki kır saçlı 55 yaşlarındaki adama takıldı. Derin bir " ahh " çeken adam sigarasının dumanında gözlerini pencereye dikmiş, sanki o ortamda değilmişcesine düşünüyordu. Gözgöze geldiler bir an, gözlerini indiren delikanlı önündeki zeytinden bir tane alarak, ekşinin verdiği tadı hissetti. Hissettiği birşey daha vardı. Üzerindeki bir çift göz. Tekrar başını kaldırdığında ihtiyarla göz göze geldi.Gözlerinin dolduğunu hissetti, ve kaçırırcasına kapattı.

Bir eliyle astarı sökülmüş cekedini alan ihtiyar kır bıyıklarının altından gülümseyerek delikanlıya doğru geldi.

- Oturabilir miyim evlat?
- Elbette amca, buyur başımızın üzerinde yerin var.

Tahta sandalyeyi küflenmiş zeminde gıcırdatarak çekti ihtiyar. Ardından geçti ve karşısına oturdu delikanlının. Uzun uzun gözlerine baktı ve elini omzuna koydu.. Yıpranmış, yorulmuş, hayatın ağırlığını taşıyan bir eldi sanki.. Delikanlı elin ağırlığını omzunda hissederek başını kaldırdı, ihtiyar sanki bir depremi andıran sesiyle konuşmaya başladı;

- Senin yaşındaydı... Senin gibi boyuda uzundu biliyormusun ?...

Sessizce dinlemekle yetindi delikanlı. O depremden çıkmışcasına titreyen ses ilginç bir huzur veriyordu gönlüne. Devam etti ses;

- 16 sene önceydi. Aslan gibiydi, dağ gibiydi. Sıksa taşın suyunu çıkarırdı..

Tekrar gülümsedi ihtiyar, ama dolan gözlerini gizleme gülümseyişi olduğunu hemen farkeden delikanlı yaşlı adamın alkolün ve sigara dumanınında etkisiyle kırmızılaşmış gözlerine baktı.

- Dünya küçük derler evlat, eğer küçükse ben aslanımı 16 senedir neden bulamıyorum? Neden kaybettim evlat? Yoksa bu kadar mı zalim bu dünya... ?

Verecek cevap yoktu delikanlı için, çareyi kadehini kaldırıp ihtiyarın kadehine vurmakta buldu. 1 yudum daha içmek istemesine rağmen o bir yudum boğazından geçmedi. Yutkunurken zorlanması ihtiyarın gözünden kaçmamıştı.
Adam devam etti ;

- Bak evlat, sende buradasın, bende.. İkimizde şu gözünü sevdiğimin rakısını içiyoruz, cigara ile dansediyoruz... Ben heryeri dolaştım bulamadım aslanımı, ama her akşam bu puslu ortamda, şu gördüğün şişenin sonunda arıyorum onu, ya sen ne arıyorsun ?

Bir an duraksaladı delikanlı.. Neyi kaybetmişti? Kendine bu soruyu sormaktan hep kaçmıştı. Ama ihtiyar karşısında kaçamadı. Titreyen sesi tek kelime söylemeye yetti;

- Kaybettim....

Adam elini tekrar delikanlının omzuna koyarak devam etti ;

- Neyi kaybettiğini bile bilmiyorsun artık değil mi ? Hep eksik birşeyler var ama bilmiyorsun öylemi ?

Yavaşça gözlerini kaldırdı genç adam. Başıyla önündeki bu yaşlı hayat ağacını onaylarken gözlerine daha derin baktı.Kendisi gibi ihtiyarın gözleride maviydi. Ama ne mavi.. Acımasız dalgaların durmaksızın dövdüğü kayaların, güneşte yansımasını andıran bir renk.. Solmuş ve kendini renksizliğin kucağına bırakmış bir mavi... Kimbilir belkide yaşamın her yüzünü görmek böyle yapıyor insanı diye düşündü. İhtiyarın sorusuna evet demek isterken sözlerine boğazındaki hıçkırıklar engel oldu delikanlının.. Adam deprem sesiyle devam etti;

- Ben biliyorumda ne oldu anasını satayım...

Yılların eskittiği yumruğu yavaşça masaya indi. Masaya inen yumrukla irkilen delikanlı, sanki yüreğine gelmiş bir ateş gibi hissetti darbenin şiddetini.

- Ahh ulan ahh.. Aslanımda severdi bir zamanlar biliyor musun ? Çok güzel bir hatuna kaptırmıştı gönlünü..

Gülümsemenin ardından yürekten çıkarmışcasına sesi, devam etti ihtiyar;

- Ahh ulan bu karı milleti yok mu... topuna kibrit suyu...

Genç adamın gülümseyişini gamzeleri belli etmişti. Adam, delikanlıya bakarak güldüğünü görmenin mutluluğu ile devam etti ;

- Pek çok sevmişti aslanım.. Senelerce gezdilerde bir türlü everemedik onları. Tam eşten dosttan borç aldım, evlenecek duruma getirdim, bu seferde nedense koptular.. Etraf çok karıştı.. Heyt be, ne var anasını sattımın şu dünyasında milletin işine karışırlar? Zaten 3 kuruşluk hayatımız var içinde bir litre zehir, iyice zehirleyerek mi mutlu olur mu millet evlat ?

Soruya yine yanıt veremedi delikanlı. Sanki konuşma yeteneğini yitirmiş, tüm hislerini dinlemeye vermişti. Düşlerin hayallerine ulaşırcasına dinliyordu deprem sesli ihtiyarı;

- Bir gece onu burada buldum evlat. oturmuş senin oturduğun yere, gözleri kapanmışcasına içiyordu. Geçtim
karşısına, " söyle bakayım aslanım neyin var? " dedim, ne dedi bana biliyor musun, senin sözlerini... " kaybettim babam, kaybettim.., " ilk önce anlamadım ve sordum " neyi kaybettin koçum " dedim aslanıma, " bilmiyorum babam, birşeyleri kaybettim ama neyi kaybettiğimi ben bile bilmiyorum" deyip sarıldı bana evlat, o gecedir ki ikimizde kör kütük sarhoş olmuştuk...

Delikanlının gözünden akan yaşlara aldırmadan bir bafra daha yaktı yaşlı adam. Biten şişenin yerine gelen yeni şişede çoktan yarılanmıştı.

- Ertesi gece yine gelmiş buraya aslanım, yine ölümüne içip ardından meyhaneciye sarılmış, " babam bırakma beni ne olur " diye yalvarmış, yalvarmışta bir damla gözyaşı akmamış gözlerinden. Ardından da sendelereyek çıkıp gitmiş kapıdan.

Yaşlı adam hıçkırarak devam etti;

- Gece yarısı bir telefon geldi evlat, çalmaz olaydı o telefon, gitmez olaydım o hastahaneye, görmez olaydım
aslanımı yüreği parçalanmış halde. Ertesi sabah karların arasında toprağa kendi ellerimle verdim. Topraktan yastık yaptım aslanımın başı acımasın diyerek. Yumuşacıktı hala bedeni. Gökyüzü sanki yeryüzü ile arasında beni eziyordu evlat! Bu acıyı bilir misin evlat!...

Topallayarak teybe ulaşan meyhaneci dumanlı dağları tekrar çalmaya başlarken ihtiyarın gözlerindeki damlalar tahta masada ufacık bir gölet oluşturmuştu. Sanki zorla söylenen sözler ;

- Evlat, neyi kaybettiğini bir gün bulursan banada söyle, az ilerde zincirlikuyu' ya gideyim, söyleyeyim aslanıma, oda yarım kalmasın. Belki o zaman düzelir herşey...

Sözlerini bitirir bitirmez ceketini sırtına alan yaşlı adam, bedenini zor taşıyan bacaklarına bir güç daha verip ayağa kalktı. " yarin ve yardımcın yaradan olsun evlat " diyip hızla kapıdan çıkarak kayboldu gözden..

Masada kalan bafraya gözlerini diken delikanlı, soğuk bir kış günü suya batmışcasına titredi. Kadehinden aldığı yudum boğazındaki düğümlerden geçmeyerek nefesini tıkadı.. ihtiyar sanki karşısındaymışcasına ;

- Duygularımı yitirmişim be babacım.. Duygularımı... İnsanlığımı.. Attığını hissettiğim yüreğimi kaybetmişim...

Ayağa kalktı hışımla, sanki dünya gözleri önünde takla aldı. Başına bir kova kaynar su dökülmüşcesine sendeledi. Cebinden çıkardığı parayı masaya bıraktı. Ne kadar olduğunu bilmiyordu. Önemide yoktu zaten. Kaybettiklerimi bulmalıyım diye mırıldandı. Zar zor seçebildiği kapıya doğru yürümeye çalıştı. Yalpaladığını biliyordu, ama bunun ne kendisinin nede kimsenin umrunda olmadığının da farkındaydı. Sanki kaybettiklerini bulacakmışcasına, hızla kapıdan çıktı. Ertesi günü kayıplar defterine bir isim daha eklenecekti...
 
Kavuşur muyuz Bilinmez

Yağmurda yere düşen damlaları saymak, yaşananları unutmak kadar kolay değil
Sevgiliyken arkadaş moduna geçmek kolay değil
Üçü beş yapmak ne kadar zorsa seni sen yapmak o kadar zor
Sıradan günlere alışmak uçurtma uçurup balık tutmak veya sessiz roman okumak gibi. Sadece mehtabı izliyorum süzülen dalgalar arasından martıları kesip zıplayan kefallere dalıyorum tüpsüz, vurgun yeme korkusu olmadan çoğu zaman nefesim yetmiyor...oltanın ucundaki yemi yiyip sonra kaçan balıksın beni benden alıp sonra kaçtın.bir şans daha vermeden...
Şarkımızı dinliyorum: baharda bekle beni rüzgara kapılmadan, sandalda bekle beni dalgalara yakalanmadan, evde bekle beni annen baban olmadan, salıncakta salla beni ip kopmadan, ölesiye uçur beni midem bulanmadan, ip atlattır bana ayağım takılmadan, gol attır bana kaleci olmadan, sıkıca sev beni kimseler almadan... ya böyle diyorduk geçen eylülde o günleri fragman gibi yaşamak güzel düşünüyorum da sen ile güzel olmayan bir şey var mı diye tek kelimeyle yok elmamız yarıya bölündü artık sen yiyenin midesine ben ise fazlalıktan dolaba giriyorum sana kavuşur muyum bilinmez....
 
Kavuşmanın Alfabesi

Öylesine bir gündü, yeni değil de sanki geçmiş günlerden biriydi, öyle gibiydi...
Kaç gece beklemiştim seni. Kaç gece koynuma hasretini alıp uyumuştum. Kaç gece yalnızlık sancısıyla kıvranıp durmuştum. Öyle acımasızdı ki geceler, gökteki yıldızlar yüreğime atılan birer taş gibi gelmişti bana. Yine de her şeye değerdi bekleyişim.
Bütün yollar sana çıkıyordu ama ben asıl senin yolunun benimkiyle kesişmesini bekliyordum.
Aylar geçmişti hep vardın ama bir tek o an yanımdaydın. Biraz yabancıydın bana, biraz da tanıdık. Şaşkındık, şaşkınlığımız çok fazla yansıyordu yüzümüze. Göz göze gelmek hiç bu kadar zor olmamıştı. Bir bakıştan bin anlam çıkarmak buna denirdi işte. Yüzümüzde birbirimize ait izler arıyorduk bakarken.
Ne çok duymuştum sesini ama sanki sen ilk kez konuşuyordun. İlk kez söylediğin cümleler sahibiyle bütünleşiyordu.
Düştükçe gülüşün yüzüne, sessiz olan her şey konuşmuştu içimde. Yine de sözler bir türlü çıkmıyordu ağzımdan. Oysa boynuna sarılıp "Sen aylardır beklenen, sen yıllardır özlenensin" demek istiyordum. Hava serin değildi ama ben titriyordum.
Kelimeler hiç bu kadar zor olmamıştı bana. Ne zaman bir şey söylemeye kalksam, her seferinde bir şey oluyordu, sözcükler ağzımda donuyordu.
Sıcaktın, dokunmasan da yansıtıyordun. Biraz önce titreyen ben artık terliyordum. Aşktı bu biliyordum ama bunu kendime bile itiraf edemiyordum.
Farkında değildin belki, belki ben belli etmiyordum ama yıllardır koruduğum, yıllardır kimseye açmadığım topraklarımı çoktan teslim almıştın bile. Sınırlarımdan içeri girmiştin bir kere. Yüreğimin en gizli, en kuytu köşelerinde sen vardın artık.
İtirazsızdım, belli ki mutluydum. Belli ki beni şaşırtan mutluluğun ta kendisiydi. Harfleri tükenmez bir kavuşmanın alfabesindeydim. Ve ben okumayı sanki yeniden öğreniyordum.
Şimdi bu sevdayı bana yaşattığın için kendimi şanslı hissediyorum. "Ya sen olmasaydın" diye düşünmüyorum çünkü sen varsın. Çünkü sen içimdesin. Çünkü sen benim hayat kaynağımsın.
Biliyor musun, çölde bulabildiğim bir avuç su olsan, bitmeyesin diye içmem seni. Nerede olursan ol benimle kal. Ben, bu yürek attığı sürece seninleyim.
 
Kavuşmak Dileğiyle

Bu ne yaman çelişkiydi seni deli gibi seviyordum ama sen bu sevgime rağmen benimle sık sık konuşmak istemiyordun. Niye seni sevdiğim halde ve sende beni sevdiğin halde neden konuşmayacaktık. telefonda konuşmuştuk ve bir anlaşma yapmıştık artık haftada bir kere telefonla konuşacaktık sebep ise nişan yüzüğünün takılmamasıydı. Böyle yapmakla kalbimi mahkum ediyor olacaktım. oysa şimdiye kadar kalbimi hep serbest bırakmıştım ta ki gidip Ege'nin nazlı ve güzel kızına aşık olana kadar ama şimdi onu demirlediği limandan çıkarıp kendime mahkum ediyordum
pazartesi saat 14:30 da konuşacaktık bu çok acı vericiydi. Kalbim görüş gününü bekleyen mahkum gibi çaresizce bekliyordu. O an ve o zaman(pazartesi 14:30) bütün dünya onun oluyordu. ve o anda susayan bir çiçek gibi Ege'nin nazlı ve güzel kızını içine çekiyordu.bu durumu ortadan kaldırmak için bir an önce nişan yüzüğünü takmalıydım.kısıtlamaların olmadığı bir zamanda kavuşmak dileğiyle..

10.05.03 ANKARA
 
Kaval Çiçeği Masalı

Çoban Ali, bütün gün dağlarda, bayırlarda koyunlarını otlatır, onlara kaval çalarak vakit geçirirmiş. Çoban Ali doğanın ortasında koyunlarıyla başbaşa olduğu için pek konuşmazmış. Kiminle konuşsun ki? Konuşmaya gereksinim duyduğunda kavalını çıkarır, ona düşüncelerini üflermiş yanık yanık.

Bir gün, durgun bir su kenarında koyunlarını otlatıyormuş. Sırtını çimlerin kenarındaki ağacın gövdesine dayamışken, kavalını çıkarıp üflemeye başlamış. Önce hafiften, sonra uzun uzun çıkıp çevreye yayılmış ezgilerin duygusallığı. Çimler, bu gizemli dizeme uyup uzun boyunlarını sağa sola sallamaya başlamışlar. Rüzgar hafiften esince yardım etmiş onlara. Otlar, çimler, sazlar salınmışlar bir o yana bir bu yana. Papatyalar ve diğer kır çiçekler de katılmışlar onlara. Büyüleyici kavalın sesine uyarak çimler, otlar, sazlar, papatyalar ve diğer çiçekler bir dansdır tutturmuşlar. Bir sağa, bir sola, salınarak, öne ve arkaya yaylanarak.

Çoban Ali, önce hafiften üflediği kavalına biraz canlılık katıp, daha derinden, ta yüreğinin derinliklerinden bir nefes vermiş. Daha yanık, daha duygulu. İşte o zaman kavalın ezgisi daha gür çıkmış. Dizem daha bir gizem ve etkileyicilik kazanmış. Yayılmış tüm doğaya dalga dalga. Ezginin dizemi yayıldıkça uzun uzun, rüzgar gücünü arttırmış, otları, sazları, çiçekleri yalayarak. Bitkiler boyunlarını bükerken rüzgarın okşayışıyla bir o yana, bir bu yana. Rüzgar da keyiflenmiş bu salınmadan. Coştukça coşmuş Çoban Ali'nin büyüleyici ezgisiyle. Sanki Çoban Ali çalıyor, doğa da geçmiş karşısına dans ediyormuş.

Kavalın sesi küçük su birikintisinden de duyulmuş. Önceleri yumuşak uzun dizemler olarak; sonraları coşan, çağlayan duygular olarak. Sudaki yuvasına gizlenmiş uyuklayan küçük bir balık, birden dikkat kesilmiş bu hoş ezgiye. Önce dinlemiş gözlerini yumarak. Sonra coştukça kavalın sesi, duramamış yerinde, dolanmış suyun içinde bir o yana bir bu yana. Kuyruğunu sallamış ezginin dizemi ile. Kuyruğu açıldıkça tül tül suyun içinde, bedenini kıvırdıkça suda ilerlemek, dönmek, dans etmek için, kavalın sesine hayran kalmış.

"Kimdir bu kadar güzel çalan acaba?" diye zıplamış suyun içinden. Kıyıdaki ağaca, sırtını dayamış Çoban Ali'yi görünce, uzaktan kıyıya doğru yaklaşmış süzülerek.

Çoban Ali, kavalına düşüncelerini üflerken, farkına bile varmamış kıyıda çırpınan, zıplayan güzel balığın. Bir an, suya birşey düşmüş gibi ses çıkınca, kavalını üflemeyi durdurup bakmış kıyıya doğru. Olur a, kendi kuzularından biri, su içmek isterken ayağı kayıp yuvarlanmıştır belki suya. İlk bakışta korktuğu gibi bir olay olmadığını görünce merakla su kenarına doğru emeklemiş.

İşte bu anda, sudan fırlayıp havada çırpınan güzel kırmızı balığı görmüş. Küçük balıkmış sesi çıkaran, suya düşerken "cup" diye. Kaval susunca bir an için, rüzgar çiçekleri, otları, sazları okşamayı durdurmuş.

Ezginin dizemiyle dans eden çiçekler, otlar, sazlar durmuşlar birden.

Sessizce beklemişler, "Ne olacak?" diye.

Çoban Ali, elleri üzerinde suya doğru eğilince, içinde bir oyana, bir bu yana çırpınan, kıvrak hareketle dolanan, kırmızı balığı görmüş. Kuyruğunu yayarak tül tül, kıvrılırken suyun içinde, tüm güzelliğini sergilemeye çalışıyormuş küçük balık. Çoban Ali bakmış ki küçük balık sevgi ile çırpınıyor suyun içinde, hemen bağdaş kurup kıyıya, kavalını çalmaya başlamış. Her zamanki gibi önce incecikten yavaş yavaş, sonra coşarak, yüreğindeki sevgiyi yansıtarak üflemiş. Kavalın sesi coştukça, çimler, otlar, çiçekler ve sazlar da başlamışlar salınmaya. Ezginin dizemine, gizemine ve coşkusuna uygun olarak, önce ağır ağır, sonra hızlanarak, dalga dalga.

Bir yanda suyun içindeki balığın kıvraklığı, bir yanda bitkilerin salınımı, bir yanda Çoban Ali'nin kavalından çıkan ezginin büyüleyici duygusallığı, yayılmış doğaya perde perde...

Kuşlar gelmişler cıvıldaşarak ağacın dallarına. Kuzular melemişler arada ezginin dizemine uyarak. Tüm doğa ezginin duygusallığını yaşayarak çalkalanmış kıvrıla kıvrıla...

Çoban Ali bakmış ki doğa dans ediyor kavalını çalarken; O da kendini kaptırmış bu dansa ve daha canlı, daha içten üflemiş kavalını...

Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Çoban Ali ve sürüsü gelirken su kenarına, koyunların çıngırakları ile kuzuların meleyişleri duyulunca uzaktan, çimler, otlar, çiçekler, sazlar kucaklaşırmışlar sevinçten. Kuşlar doluşurmuş ağacın dallarına. Doğa hazırlanınca büyük şölene, suyun kenarına bağdaş kurup kavalını çıkarırmış Çoban Ali. Daha ilk ezgi süzülürken kavalın deliklerinden suda bir kıpırdanma başlar, küçük kırmızı balık fırlayarak suyun içinden, "Ben de hazırım" dermiş. Çoban Ali çalmaya başlayınca kavalını; gözlerini kapar, içinin güzelliğini üflermiş derinden...

Bir gün bakmış ki küçük balık kırmızı yüzünü sudan çıkarmış, kara gözleri ile öylece hareketsiz bakıyor. Dayanamamış onun bakışlarına. Çoban Ali belki de aylardır ilk kez dudaklarını kıpırdatıp:

- Çok mu seviyorsun?

- Evet aşığım.

- Ümitsiz bir aşk o zaman seninki.

- Olsun ama çok güzel.

- Nasıl anlıyorsun geldiğimi?

- Çimler hışırdıyor, çiçekler fısıldaşıyor, kuşlar cıvıldıyor, bir hareket geliyor doğaya. Toprak ve su bile etkileniyor. Ben de yuvamdan çıkıp yanına kadar geliyorum ezginin eşliğinde, dans ederek.

- Çok güzel yüzüyorsun.

- Fark ettin demek.

- Hele kuyruğunu açınca, gelin duvağı gibi oluyor.

- Kuyruğum çok güzeldir.

- Aslında her şey çok güzel. Kara gözlü kıvırcık tüylü kuzular, ağaçlarda kıpırdayan küçük kuşlar, salınan, dalgalanan çimler, çiçekler, fısıldaşan sazlar, çimenlerin arasında serpişmiş beyaz papatyalar, şu içinde yüzdüğün duru su, karşıdaki dağlar, ıssız tepeler... Hepsi çok güzel.

- Doğa katıksız olunca çok güzeldir.

- Görmek isteyene.

- Evet.

- Ben de bu güzelliğin içinde çalıyorum kavalımı.

- En güzel sevgiyi yansıtarak.

- Gözlerimi yumup içimden geldiği gibi.

- Yalnız içinden geldiği gibi değil bence. Ben o ezgilerde duygularını, sevecenliğini de duyuyorum. Sanırım diğerleri de benim gibi.

- Çok mu seviyorsunuz benim ezgilerimi?

- Evet. "İşte doğanın aşkı" diyoruz sen gelirken.

- Herkes, herşey aşık mı sence?

- Evet.

- Ben de aşığım. Doğaya. Onun katıksız güzelliğine...

Çoban Ali, kavalı yine dudaklarına götürüp yavaştan üflemeye başlamış. O güzelliği anlatmak istercesine, nefesini öyle kullanmış, öyle güzel ezgiler çıkmış ki kavaldan, tüm doğa büyülenmiş, karşısına geçip dans edip oynamışlar hep birlikte.

Küçük balık kah başını suyun yüzünde tutarak, kah sağa sola kıvrılıp, kuyruğunu sallayarak, eşlik etmiş ezginin dizemiyle dans eden doğaya. Onun çırpınırken ürettiği kıpırtılar, yavaş yavaş sevgisini ve aşkını yaymışlar suyun üstüne. Halka halka, dalga dalga...

Çoban Ali her gün, koyunları otlamaları için yayınca, suya eğilir, balıkla konuşur dururmuş. Bu konuşmalar çok uzun sürdüğü için eskisi kadar çok çıkmaz olmuş kavalın sesi. Ne yapsın Çoban Ali, hem konuşup hem de kaval çalamaz ki. Sabırla kavaldan çıkacak ezgiyi bekleyen doğa, kaval sesinin gecikmesine tepki gösteriyormuş. Rüzgar hızla eserken, ağacın yaprakları arasında soğuk ıslık çalıyor, çiçekler ve çimler yerlere kadar eğilip onun hırçınlığından kaçıyormuş. Çoban Ali aldırmadan çevrenin tepkisine, sevgisini konuşurmuş küçük balıkla. Mutluluk içinde...

Küçük balık sevildiğini gördükçe daha neşeli, daha kıvrak çırpınırmış suyun içinde. Balık yorulunca konuşmaktan, Çoban Ali'den kavalını çalmasını istermiş. O zaman Çoban Ali, suyun kenarına bağdaş kurup üflermiş kavalını. Sevgi konuşmaları ile mutluluğu yaşamış olan Çoban Ali, çalınca kavalını, tüm doğa, yine dans ederek katılırmış ezgiye. Eskisinden daha canlı, daha içten. Buralara hiç kış gelmiyor, doğa hep yeşil ve neşe dolu yaşıyormuş tüm coşkusuyla...

Bir gün, koyunları ile su başına doğru ilerlerken Çoban Ali, karşı yönden patikadan, kendine doğru gelen bir adam görüvermiş. Keskin gözleri, adamın niçin buralarda olduğunu hemen anlamış.

Daha uzaktan omuzunda asılı duran oltası ile bu adamın bir balıkçı olduğunu görmüş. Balıkçı, sabahın erken saatlerinde buralara gelmiş, balık avlamak için. Çoban Ali'den de erken...

Balıkçı omzuna dayadığı oltası ile ıslık çalarak, sallana sallana gelirken kendine doğru, ürkerek bakmış Çoban Ali. Balıkçı yanından geçerken yüreği hoplamış birden. Göz ucuyla korkarak baktığında, oltanın ucunda sesizce süzülüp duran, kendisinin çok iyi tanıdığı, sevgisini paylaştığı küçük kırmızı balığı görmüş. Küçük balık, yakalandığı otlanın ucunda, açık ağzından asılmış, çırpınmadan, sesizce uzanıyormuş. Hareketsiz tül gibi uzayıp giden kuyruğu, kocaman açılmış, bağıramayan, çığlık atamayan ağzı, donuk gözleri ile ölümün, bitmiş bir yaşamın sessizliğini yayıyormuş çevreye.

Ama balıkçı mutlu, yakaladığı avın keyfi ile dudaklarını büzmüş, gönlünce ıslık çalıp duruyormuş. Çoban Ali'nin gözleri doluvermiş birden. Yanaklarından aşağıya süzülüvermiş yüreğinin acısı, sicim gibi... Gözleri buğulu, hızlı adımlarla, koşarcasına yürümüş suyun başına doğru, bir umutla. Ola ki, balıkçı bir başka balığı tutsun. Kendi sevgi dolu balığı yaşıyor olsun. Suyun kıyısına gelince, hemen çömelip suya doğru, gözleri ile küçük balığını aranmış...

Rüzgar hafiften esiyor, çimler, çiçekler, ağaçlardaki yapraklar bile kıpırdamadan sessizce bekleşiyormuşlar. Kuşlar gelmeye başlamış sessizce. Fazla gürültü, patırtı yapmadan. Küçük kanat çırpıntısı ile dallara konup bekleşmişler. Çoban Ali, ağlamaklı bir sesle, suya doğru seslenmiş, sevgisini dile getirmiş,

"Belki küçük balık duyar da çıkar" diye. Oltanın ucundaki bir başka balık olsun, kendi küçük balığı sudan çıksın,

"Korkma ben buradayım" desin diye, beklemiş. Gözlerinden yaşlar akarken, suyun yüzeyi öylece durgun ve sesiz kalmış. Ne bir kıpırdanma, ne bir dalgalanma...

Çoban Ali kavalına sarılmış hemen. "Belki, duymadı geldiğimi" diyerek en yanık, en içten ezgiyi üflemeye başlamış ağır, ağır. Yalnızca doğa, rüzgarın da etkisiyle sızlanmış yavaşça. Yanık kaval sesi, dalga dalga yayılırken doğaya, çimlerin, çiçeklerin arasından dolana dolana dolaşırken dağları bayırları, küçük balığı, onun sevgisini fısıldamış ağlayarak. Doğa da sızıyla dinlemiş kavalın acı dolu ezgisini...

Çoban Ali unutuvermiş koyunlarını. Aşkam olunca koyunlar, hüzünlü çobanı dağda bırakıp kendiliklerinden dönmüşler köye, ses çıkartmadan. Çoban Ali, su başında öylece kalmış…

Dizleri üzerinde, ağzında kavalı, susmadan üflemiş yüreğinin tüm acısını. Onun ezgileri yankılanmış gecenin karanlığında...

Yıllar sonra buralara gelen insanlar, sessiz doğanın güzelliğini görüp, su başındaki ağaca sırtlarını dayayarak oturduklarında, gözlerini kapayınca ağacın yapraklarının birbirine sürterken çıkarttığı sesi, bir ezgiye benzetmişler. Çimler, çiçekler, suyun kenarındaki sazlar bu sese ayak uydurup salınarak dans edermişler. Kuşlar da bir başka öter, yanık yanık ezgilerle Çoban Ali'nin sevgisini yansıtırmış durmadan. Su kenarında, daha önce hiç görmedikleri bir kırmızı çiçek salınırmış bir o yana, bir bu yana...

Bu çiçek, insanlara çok değişik gelirmiş. Kimse onun gibi bir çiçek görmemiş o güne kadar. Yapraklarının uçlarında püsküller varmış. Tül tül uzanan, rüzgarla dalgalanan kıvrılan püsküller. Çiçek, uzun ince bir boruyu andırıyormuş. Üzerinde siyah noktalar varmış dizi dizi. Çiçeğe şöyle bir dikkatle bakınca kavala benziyormuş. Rüzgar estikçe çiçek kıvrılıyor, sallanıyor, çevreye bir ezgi yayılıyormuş kaval sesini andıran.

İnsanlar bu çiçeğe "Kaval Çiçeği" demişler. Kaval çiçeği, yalnız bu su başında bulunurmuş. Nereye götürseler, nerede yetiştirmeye çalışsalar olmamış. Yalnız bu su başında, kendi kendine yetişmiş, büyümüş. Kışın yaprakları dökülür, çiçeği kurur, bir çalı gibi dururmuş suyun kenarında. Bahar gelince, doğa uyanırken, o da uzun kış uykusundan silkinir, renklenip çiçek açar, bol yeşil püsküllü yapraklarıyla Çoban Ali'nin ezgilerini çalarmış, doğa dans etsin, baharı kutlasın diye...

Bir duygu düşünün; Çok kutsal olsun. Ona saygınız ve sevginiz sonsuz olsun. Birden karşınıza çıkan bir olanak, size herşeyi unutturabilir. Onun peşinde gidiverirsiniz. Bu tuzağa yakalanırsınız. Ne kaybersiniz? Çok. Belki de herşeyinizi...

Balıklar öğrendiklerini en çok 14 saniye saklayabilirmiş. Sonra her şeyi unuturmuşlar. Bazen biz de öyle yapmıyor muyuz?

Herşeyi unutup bir şeyin peşine takılıp gitmiyor muyuz? Bu durumda bıraktıklarımız nelerdir? Sonunda elimizde kalan çoğunlukla, o kutsal duygunun izleridir. Bu anılar sonsuza değin sürüp gider. O duygu kaybolmaz. Biz ise yok olup gitmişizdir.

Acaba hep böyle mi olmalı? Bizler yanılgının bedelini hep yaşamla mı ödemeliyiz? Bana kalırsa en az bir kez daha şans tanınmalı. Ama, ee yazık ki, gerçek böyle değil işte.
 
Kararsızlık denizinde bir damla.

Evet sevgilim uzun zamandir kararsizlik denizinin içinde çirpinip duruyorum.Kararsizligim ve ben artik bütünlesmisiz sanki.Ne o beni ne de ben onu birakamiyoruz.Senden ayrildigimdan beri böyleyim aslinda.Ney nasil yapmam gerektigine,ne yapmam gerektigine bir türlü karar veremiyorum.Birçok insan var etrafimda sevebilecegim...Hatta beni senin beni sevdiginden çok daha fazla sevebilecek,bana hiç düsünmeden ömrünü adayabilecek insanlar var.Ama olmuyor!Dogru olanin hangisi oldugunu birtürlü bilemiyorum,anlayamiyorum!Karsiliksiz sevginin sonu yok daha dün sana artik seni bir dost gözüyle sevecegimi söylerken bile kararsizliklar içinde yitip gidiyordum...Ama en sonunda söyledim ve herzamanki gibi yine pisman oldum!Sikildim artik sevgilim...Senden ayrildiktan sonra sürekli yanlislar yapmaktan ve yaptigim yanlislarin ardindanda kararsizliklar ve pismanliklar içinde kivranmaktan sikildim.

Bazen öyle bir noktaya geliyorumk ki solugum tükeniyor,bedenim,ruhum,kalbim ayni anda isyan etmeye basliyor!Iste o zamanlarimda delicesine haykirmak ve nefesim tikanana kadar hiçkira hiçkira aglamak istiyorum.Yardim dilenebilecegim hiçkimsem yok.Benim tek dostum,sirdasim,yol göstericim sendin artik hiçkimsem yok!Kalabaliklar arasinda yapayalnizim sevgilim,sensiz kimsesizim.Binlerce insan var etrafimda derdimi dinlemeye,acimi paylasmaya hazir ama olmuyor iste.Kim yardim edebilrki bana?Kimin elinden birsey gelir?Ya da kimin gücü yeter beni bu kararsizlik denizinin içinde bogulmaktan kurtarmaya?Yetmez iste sevgilim..Sen gittikten sonra da beni hayata tekrar döndürmeye hiçkimsenin gücü yetmedi zaten...

Evet senden sonra da asklarim oldu eger merak ediyorsan!Asklarim ve ayriliklarim oldu bir sürü ...Kendi kararsizliklarimin bedelini ödetip aci çektirdigim insanlarda oldu elbet.Ama inan bana hiçbirini de bilerek yapmadim,hiçkimseyi üzmek,kirmak istemedim ama onlar israrla yaklastilar bana,bei degistirebileceklerini,yeniden hayata döndürebileceklerini umud ettiler ama sonuç hep hüsran oldu iste!Bazende ben yaklastim bazilarina belki beni kurtarabilirler,belki bu sefer mutlu olabilirim umuduyla...Ama nafile!Üç gün bes gün ve sonrasinda her zaman oldugu gibi herseyde,her sözde seni aramaya baslamalarim!Ve tüm bu kararsizliklarin,ayriliklarin ardindan yine içine düstügüm kararsizligim...Sokaktaki her sesi sen sanisim,her telefonu sensin diye açisim,her ayak sesine belki gelmissindir diye kosusum...Ve nihayet yine; Ben,karsiliksiz sevgim,acilarim,kararsizligim ve pismanliklarim...

Yalniz degilim aslinda. Baksana bana senden kalan birçok dostum var iste!Tabii gözyaslarimida unutmamak gerek...Onlar benim en vefali dostum.Onlar beni bir tek gece bile yalniz birakmayan dostum...Ve sonra uykusuz gecelerim var tabii.Günes dogana kadar bana bikip usanmadan yoldaslik eden sokaklarin sonuz karanligi var!Anilarin var bana senden kalan,yataga her uzanisimda uykuya dalmadan uzun uzun düsündügüm anilarimiz var.Ve içimdeki sonsuz sensizligime inat birazcvik bile azalmayan bu deli sevdam var...Görüyormusun sevgilim?Sen beni birakip gitmis olsan bile ben yalniz degilim aslinda.Sen gittin ama birçok acimasiz fakat acimasiz oldugu kadarda vefali dost biraktin ardinda...
 
Karaman'ın Koyunu Sonra Çıkar Oyunu

243 senesi Kösedağ savaşından ve bozgunundan sonra, Selçuklu ordusu çekilmiş, Moğol ordusu yer yer Anadolu’yu istilaya başlamıştı. Moğollar Müslüman olmadıkları için, Müslüman Türklere karşı çok düşmanca hareket ediyorlardı. Kuvvetçe çok üstün durumda bulunuyorlar ve her savaşta galip geliyorlardı. Konya’yı istila ettikten sonra, Kerimüddin Karaman Bey zamanında Karaman’ın üzerine yürüdüler. Tarih takriben 1258 sıraları idi. Karamanoğlulları telaşa düştüler. Zira Moğollar direnen yerlerde halkı kılıçtan geçiriyorlardı. Ne yapıp yapıp, bu putperest Moğolları yenmek lazımdı. Karamanlılar basit bir harp hilesi düşündüler. Netice de Moğollar baskın yapacaklardı. Moğol ordusu Konya üzerinden Karadağ’a doğru ilerliyorlardı. O tarihte Karadağ ormanla kaplı idi. Karaman askerleri koyun postuna bürünerek, bir koyun sürüsünün arasına karıştılar. Sürü ile birlikte Moğol ordusuna doğru yaklaşmaya başladılar. Moğol ordusu, sürüyü gasbetmek, yiyip içmek için bir kaç koyun yakalayıp! kestiler, kızarttılar ve içkiyle beraber yemeye başladılar. Tam sızdıkları sırada, koyun postuna bürünen Karaman askerleri üzerlerindeki postları atarak, Moğolların üzerlerine çullandılar. Bir yandan da ormanda gizlenmiş bulunan esas ordu, Moğollara hücum etti. Bütün Moğol ordusu orada yok edildi. Tek tük kaçıp kurulabilen Moğollar da etrafa bu deyimi yaydılar.
 
Kara Kurbağa ve Mavi Gözlü Çocuk

Karakurbağa yirmi yedi ocak gecesi şehrin kuzey yakasındaki evini terkedip gitti. O gece şehirdekiler, karakurbağanın neden vıraklamadığını düşünüyorlardı. Şehre doğru vıraklayan kurbağa göçmeye karar verdiği gün susmak zorunda kalmıştı. Yosun yatağını, ıvır zıvır eşyaları toparlayarak nehir kıyısına yüzdü. Büyükçe bir nilüfer yaprağına veda mektubunu yazdı.
Yirmi sekiz ocak sabahı, meraklı birkaç adam kurbağayı aramak için yola koyuldular. Adamlardan biri su ürünleri uzmanıydı. Diğeri tankerlerle evlere su taşıyan bir firmanın sahibi. Bir diğeri de çevreyi koruma derneği kurucu üyesi.
Karakurbağanın veda mektubu şehrin büyük meydanında halka karşı okundu. Herkes gözyaşları içinde çılgınca alkış tuttu. Müzeler genel müdürü bu kıymetli bir vesikadır diyerek mektuba el koydu. Onu büyük bir cam fanus içinde turistlere göstermek istiyordu.
Hiç kimse ama hiç kimse kurbağanın nereye gittiğini merak etmemişti. Çirkin, zavallı ve kaygan karakurbağa kimin umurundaydı.
Yıllar sonra mavi gözlü bir çocuk, müzeyi gezerken veda mektubunu gördü. Babasına nilüfer yaprağının niçin müzeye konulduğunu sordu.
Baba, o bir mektuptur dedi. Karakurbağanın göçünü anlatıyor. Okursan daha iyi anlarsın. Mavi gözlü çocuk mektuba eğildi ve okumaya başladı ; ‘’Bana şehre doğru vıraklayan kurbağa adını siz verdiniz. Yıllar var ki nehrimi kirletmemeniz için haykırıyorum. Artık evimi terketmek zorundayım. Size yalnızlığı, kirletilmiş güzellikleri ve sunî alışkanlıklarınızı bırakıyorum. İçimde saklı kalan binlerce satır var.
Vıraklamak nedir bilemezsiniz. Bizim de gönlümüzce ağlamaya, anlamaya, yaşamaya hakkımız var. Bunu bilemezsiniz. Ben sizin halinize ağlamıyorum. Evimi terkedeceğim, onun için üzülüyorum.
Bu nehrin anlamı, yosun bağlamış kurbağa yuvalarında saklıdır.Sizin gözleriniz mavi. Ama benim nehrim kahverengiye çalıyor. İçinizde bir kurbağa barındıramayacak kadar küçüldünüz.. Nehir akıp giden bir yoldur. Asırlardır bu yolu izliyor atalarımız. Yosun bahçelerinde büyüyor çocuklarımız. Kirli nehir, solmuş beyaz bir gül gibi dağılır gider. Siz hiç güneşin misafir olmadığı karanlık bir yuvada yaşamak ister misiniz ? Ben istemem Yine de ağlamayacağım. İçinizdeki nehirleri soldurmuşsunuz, benim nehrim solmuş ne çıkar.
Mavi gözlü çocuğun içi burkulmuş, gözleri dolu dolu olmuştu. Babasına döndü sorular sormaya başladı ; İçimizdeki nehrin anlamını öğrenmek istiyordu.
Bütün ısrarlarına rağmen baba, soruları cevapsız bıraktı. Doğrusu ne diyeceğini bilememişti.
Mavi gözlü çocuk karakurbağanın neden göçtüğünü anlamak istiyordu. Söylemek istediği önemli düşünceleri vardı. Son bir kez daha babasına döndü ve ‘’içimdeki nehrin kurumasını istemiyorum’’ dedi. Hem hiç bir kurbağa nehrini terketmesin. Ya da benim gözlerim mavi olmasın.
 
Kara Erik, Çağla

Harput’ta yaşantı artık tek düzelikten çıkmıştır. On dokuzuncu asrın sancılı günleri en acımasız ve en tipik tarihi olaylarıyla yaşanmaktadır. Henüz harbin yaraları çok tazedir ve yaralar kanamaktadır. Yıllar yılı debdebelerle geçmiş olan Harput yaşantısı üzerine bir kâbus çökmüştür. Birkaç yıl öncesine kadar hiç kimse ne olup bittiğinin farkında değildir.Bir İmparatorluğun bitişine şahit olduklarının bilincinde değillerdir. Ne Harput ve ne de Harputlular , Harput’un bittiğini gün be gün tükendiğini yeni yeni fark etmektedirler. Her geçen gün Harput’ tan bir şeyler kopartmakta, bir şeyler götürmektedir. Harput ahalisi, yavaş yavaş Mezra’ya bir göç telaşı içine girmişlerdir. Dünya Sosyoloji tarihinde eşine ender rastlanılır olaylar Harput’ta cereyan etmektedir ki, kocaman bir şehir ahalisi evlerini kendi elleri ile yıkıp, aşağıdaki ovaya, mezraya göç etmektedirler. Hiç kimse de bu işe akıl sır erdirememektedir. Bazı devlet memurları da, tayin isteyip gitmektedirler.
Rahmetli babam Yusuf BİCAN, o yıl on altı yaşındadır.
Harput’ta bu göç hareketi sürdüğü sıralarda, babam da düzenli olarak atı ile mezraya gidip, işlerini halledip tekrar Harput’a dönmektedir.

O yıllarda yaşanan bu sevda olayını, babam bir arkadaşına anlatırken dinleyip şahit oldum. Babamın çok sevip saydığı Hamedi’li Veli Efendi adında bir arkadaşı vardı. Onun için, ‘Veli, insanın namusunu emanet edebileceği bir dosttur.’ derdi. Veli Efendi bir gün babamı ziyarete gelmişti. Evimizin bahçesinde oturuyordu. Annem çay yapmış, ben ise çayları dolduruyordum. Tarih 25 Nisan 1966, -iki gün önce 23 Nisan Bayramına katılmıştım, oradan hatırlıyorum- erikler çiçek açmıştı.

Veli efendi, erik çiçeklerine bakarak “Yusuf, bu kaçıncı erik çiçekleri?” deyiverdi.
Babam, “Kırk yedi...” derken gözlerinden bir damla yaş düştü. Şaşırmıştım, babam durduk yere neden hüzünlenmişti.
Veli efendi, “Hele anlat, nasıl olmuştu o iş?” dedi.

Babam anlatırken sanki ben orada yokmuşum gibiydi. O sadece Veli efendiye anlatıyordu. Çünkü çocukların yanında aşk meşk hikayeleri anlatılmazdı. Çok merak etmiştim. İyi ki de dinlemişim. O gün çok hoşuma gitti. Hiç ama hiç unutmadım. Bundan sonrasını babam şöyle anlattı.

“Veli, yaşım atmış üç oldu. Olayın üzerinden kırk yedi yıl, evet, tastamam kırk yedi yıl geçti. Erikler, tam kırk yedi kere meyve verdiler, çoğu kuruyup gitti.
Her günkü gibi, bizim beyaz ata binmiş Mezra’ya gidiyordum. Harput’un çıkışındaki çıkmalı evin pencere camı birkaç kere çalındı. Hem de o kadar şiddetli ki, cam kırılacak gibiydi. Bakıp bakmamakta tereddüt ettim. İçimden bir ses, dönüp bak, dedi. Dönüp bir baktım ki, ne göreyim, bir ay parçası, bir huri kızı, başından oyalı yazması kaymış, bir çift yeşil gözle gülüyor. Eliyle ‘gel gel!’ diye de işaret ediyor...
Deli olacağım. Sabahın bu vaktinde rüya mı, hakikat mi farkında değilim. Harput gibi bir yerde, çok ender rastlanabilecek bir durumdu. Bir kızın böyle serbest, böyle özgürce hareket etmesi pek normal karşılanmazdı...
Yaklaştım atı pencerenin altına çektim. ‘Yusuf!’ dedi. Adımı bile biliyordu. Ama ben, daha önce onu hiç görmemiştim. Gözlerim, gözlerine takılı kalmıştı. Dilim tutulmuştu. O konuşuyor, ben dinliyordum. Ama cevap veremiyordum. Nutkum tükenmişti. İçine düştüğüm o iki yeşil göz, beni esir almıştı. Kız, sarı ipek saçlarını da hiç gizlemiyordu. O an, o sarı ipek saçların bir ömür boyu, boynuma dolanıp kalacağını bilmiyordum. Dalıp gitmiştim...
‘Yusuf, al sana bir kara erik yolda yersin’ dedi. Eriği aldım. Erik değil, sanki gökteki dolunayı bana vermiş gibiydi. Alıp mendilimin içine koydum.
Sonra ‘Yusuf, beni buradan al. İstersen dünyanın ötesine gelirim. Ama beni mutlaka al. Yeter günlerdir yolunu beklediğim. Dün gece uyumadım, bekledim sabaha kadar .Uykuda kalırsam seni göremem diye çok korktum...’ dedi.
Sadece, ‘Peki peki, tamam...’ diyebildim.
Ah bu cahil kafam, niye acele edip de, o gün alıp gitmedim. O gün Mezre’ye de gitmedim. Atımı eve çevirdim.
Meydan mahallesine bir rüzgâr gibi girdim. Anam, Pembe Hanım, pencereden görüp korkmuş. Yusuf niye böyle telaşla erkenden geri döndü diye. Hemen aşağıya, kapıya inmişti, ‘Oğlum, hayrola. Bu halin ne böyle?” dediğini duyar gibiyim. ‘Ana’ dedim ‘gir içeri kapı ağzında anlatamam. Ben bittim.’ Anamın gözleri büyüdü birden. ‘Hayrola ne var oğul’ dedi. Bir solukta olanı biteni anlattım. Anam kahkahalarla gülmeye başladı. Ben bu defa anama kızıyordum. İşin ciddiyetini anlamamış gibi davranıyordu. ‘Ana, gülmeyi bırak. Eğer o kızı yarın bana istemezseniz şu Harput Kalesi var ya; giderim, oradan kendimi aşağıya atarım. Bütün Harput da bana ağlasın, sen de ağla.’ dedim. Anam, ‘Delisin sen.’ dedi. ‘Bir kız için insan kendini kaleden mi atarmış; o kız senin gadan ala oğul, bir çaresine bakarız.’ derken işin ciddiyetini de anlamıştı. Anam da, ben de, sabaha kadar yatamamıştık. Anam endişe duymuştu. Bense hayaller ülkesindeydim. Sabaha kadar düğünümüzü hayal ettim. ‘Yusuf beni buradan al!..’ sözü sabaha kadar kulaklarımda çınladı durdu.
Anam konuyu babama açtığında, babam pek önemsememiş. Kızın ailesini, babasını çok yakından tanıdığını, memur Mehmet Efendi’nin kızı olduğunu, bize de münasip bir gelin olabileceğini belirtmiş. Lâkin işlerinin o günlerde çok yoğun olduğunu; Halep’e külliyetli miktarda gön ve tabaklanmış hayvan derisi göndermesi gerektiğini, askeriyenin ayakkabı ihtiyacının çok önemli olduğunu falan söylemiş.
Bense, bu arada, geçen üç günümün, üç asır gibi geçtiğini biliyorum, ama sonradan bir ömre bedel olacağını bilmiyordum.
Dördüncü gün; babamın yüzüne bakarak -o devirde bir evlât babasına böyle bir konuda asla bir şey söyleyemezdi- ‘Baba, benim işim ne oldu?’ dedim. Babam, şöyle cevapladı: ‘Galiba geç kaldık. Mehmet Efendi’nin tayini Payitaht’a çıkmış. Üç gün önce gitmişler...’
Gök kubbe başıma düşmüştü. Başım dönüyordu. Yine dilim tutulmuştu. Öylece babamın yüzüne bakıyordum. Babam durumumu görünce sarsıldı. ‘Demek bu kadar önemliydi.’ dedi. Yüzümü öptü. ‘Sana çok daha güzel bir eş alacağım, merak etme; unutursun bu günleri, sonrada gülersin haline.’ diyerek elimden tutup yukarıya çıkardı.
Divanın üstüne abanmış ağlıyordum. Babam ‘Hiç görülmemiş bir şey...’ dedi.
Babamın cevabı kulaklarımda çınlıyordu; ‘Onlar gitti, şimdi üç günlük yoldalar...’.
Üç günlük yol nedir ki, bilmiyordum. Sandım ki, dünyanın öteki ucuna gitmiştiler. Oysa, olsa olsa Kömürhan Köprüsü’nü ya geçmiştiler, yahut oradaydılar. Bu günkü aklım olsaydı, gider bulurdum onu. Niye biliyor musun? Ben ona söz vermiştim. O bana gönül vermişti. Ama o gerçeği bilmiyordu. Bilmeyecekti. Mutlaka intizar etmiştir bana.”
Cüzdanından bir kara erik çekirdeği çıkardı. “İşte bana bu kara eriği vermişti. Eriği yemeye kıyamadım .Mendilimin içinde çürüdü. Sadece çekirdeği kaldı. Askere giderken de yanım da götürdüm. Tam yarım asır geçti. O nerededir şimdi? Veli kardeş, bir haber alsam, bilsem yerini, gider bulurdum. Dayayıp dizlerine başımı, derdim ki: ‘Ben sözümde durdum. Babamın da kastı yoktu. Sizin gideceğinizi nereden bilecektim...”
Bu olay Harput’ta duyulmuş. Babamın arkadaşları “O eriği niye yemedin?” diye yıllarca takılıp, şaka yaparlarmış. Anlayacağınız dile düşmüş, halk ona bir de türkü yakmış, o gün bugündür bu türkü dillerde söylenir durur.
“Kara erik çağala, ye ki yaran sağala”

On altı yaşında yaşadığı ve asla unutamadığı bu olayı, elli yıl sonra anlatırken gözlerinin yaşardığını gördüğümde hayret etmiştim. Hakikaten eskinin aşkları başkaymış. Şimdi, kendisini de, yaşadığı büyük aşkı da saygı ile anıyorum...
Bu olayı anlattıktan bir yıl sonra babam vefat etti. ‘Kara eriğin çekirdeği’, hâlâ cüzdanındaydı. Sonra ne oldu, ben de bilmiyorum. Ona ve Harput’un bağrında yatan tüm dostlara Tanrıdan rahmet diliyorum.
Derler ya: ‘Harputlu severse tam sever. Harput’un sevdaları bir ömür sürer.’
Bu vuslata ermemiş sevda da, bir ömür sürmüş meğer...
 
Kanun Adamı

Mübaşir tıklım tıklım dolu olan salona dönerek “Hakim John Ross başkanlığında duruşmaya başlanacaktır, herke ayağa kalksın” diye bağırdı. Kürsünün arkasındaki kapı açıldı, hakim John Ross ve dört yardımcısı yerlerini aldılar. Hakim eliyle işaret ederek oturabilirsiniz hareketini yaptı. Şimşir tokmağını takuzuna üç defa vurarak salonu sükunete davet etti, gür sesi ile “Lütfen, herkes sussun yoksa salonu boşaltmak zorunda kalacağım” dedi. Bir anda salon büyük bir sessizliğe gömüldü.
Sanık sandalyesinde yirmibeş ile otuz yaş arasında bir adam, iki polis arasında oturuyordu. Genç adamın bu beşinci duruşmasıydı.Suçlanma sebebi ise yirmidört yaşındaki karşı komşusu Jennifer Bis’i tahammülden öldürmekti. İddia makamı savcı, daha birinci duruşmasında gösterdiği deliller ile idamını istemiş, jüri de adamı suçlu bulmuştu ancak Irwing Been yapmış olduğu bir üst mahkeme müracaatıyla alacağı cezanın kesinleşmesini dört defa erteletmeyi başarmış, bu durum karşısında da hem basının hem kamuoyunun ilgisinin daha da artmasına sebep olmuştu. Her duruşma bir evvelkinden daha fazla kalabalık olmaya başlamıştı. Bir üst mahkemeden gelen son cevapta bu duruşmanın son olup cezanın kesin hükme bağlanıp uygulamaya başlanması yolundaydı.
- Bay Been lütfen ayağa kalkın, size yüce mahkememizin hakkınızda vermiş olduğu kararı okuyacağım. Hakkınızda verilen bu karar, jüri üyelerinin ve hakimler kurulunun ortak almış olduğu karardır ve temyiz yolu kapalıdır. Bu arada sizi tebrik etmek isterim, zira bundan evvel dört duruşmada da verilen kararı erteletme başarısı gösterdiniz. Savcılık ve dinlenilen şahitlerin ifadelerine göre, suçunuz sabit görülmüş olup ömür boyu hapse mahkum oldunuz. Bu mahkumiyetinizi eyalet hapishanesinde geçireceksiniz, ayrıca kamu hizmetlerinden faydalanamayacaksınız. Duruşma bitmiştir, mahkumu götürebilirsiniz.
İki polis eşliğinde cezaevine geldiğinde onu önce soyup banyo yaptırdılar sonra hapishanenin özel elbise ve ayakkabılarını verip 547 nolu hücresine götürdüler. Bu hücre bundan böyle ömrünün sonuna kadar geçireceği altı metrekarelik bir odaydı. Uyuşturucu iğne yapılmış gibi duyguları ve beyni körelmiş, hiçbir şey hissetmez olmuştu. Ne olmuştu da bu duruma düşmüştü.
Mutlu bir ailesi vardı. Ailenin tek evladı idi. Babasının bir marangoz atölyesi vardı, annesi ise ev hanımıydı. Çocukluk yılları oldukça mutlu geçmişti, kolejden sonra avukat olmak için hukuk fakültesine gitmek istiyordu, nitekim bunu başardı da. Babası kalpten öldüğünde hukuk fakültesi birinci sınıftaydı fakat babasının ölümünden sonra annesine bakmak için tahsilini bırakmak zorunda kalmıştı. Long Island da kendilerinin olan tek katlı bir evde yaşıyorlardı. Dostlarının yardımıyla bankada bir iş bulmuştu. Been oldukça yakışıklı sayılırdı, atletik vücutlu, 1.77 boyunda, yüz hatları narin ve kibar görünüşlü idi. Okul yıllarında hocaları dahil bütün sınıf ona hayrandı, kızlar onunla çıkmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Annesi babasının yokluğuna ve acısına dayanamayıp iki sene sonra ölmüştü, şimdi hayatta tek başına kalmıştı, bir dayısı vardı o da Kanada’da yaşıyordu.
Cinayet günü karşı komşusu Jennifer Bis bankaya gelmiş, doğru onun bankosuna yönelmiş, para çekmek istediğini söylemişti. Jennifer’ın annesi, babası ve kocası bir uçak kazasında ölmüşler, hava yollarının verdiği tazminatla hayatını sürdürüyordu. Oldukça güzel, uzun boylu, simsiyah saçlı bir bayandı. Been ile çocuklukları birlikte geçmişti, ikisi kardeş gibi büyümüşlerdi. Hatta bir gün Jennifer’ın babasının içinde oynarlarken uyuya kalmışlar bütün mahalleyi ve polisi ayağa kaldırmışlardı. Jennifer, Been askere giderken kendisine uğur getiresi için üstünde ismi yazılı, gümüş bir künye armağan etmişti.
- Been, biraz acele eder misin? Yapılacak çok işim var.
- Tamam Jennifer, bitmek üzere.
Jennifer, istediği parayı aldı ve alel acele bankadan ayrıldı. Jennifer bankadan ayrıldıktan sonra Been, Jennifer’ın banka hesap cüzdanını unutmuş olduğunu gördü. “Neyse, akşam eve döndüğümde kendisine uğrar veririm” diyerek cüzdanı cebine koydu. Mesai bitiminde eve dönüp üstünü değiştirirken defter aklına geldi. Jennifer’la Been’in evleri karşılıklıydı. Been koşarak yolu geçip Jennifer’ın kapısını çaldı.
- Hoş geldin Been, içeri gel bende mutfakta yemek yapıyordum, birer kahve içeriz. Ben kahve yaparken sende şu peyniri rendeler misin? Akşam için spagetti yapıyorum, istersen yemeğe kal beraber yeriz.
- Sağol Jenn, ben kalmayayım. Sam ile buluşup basket maçına gideceğiz.
Kahvelerini içtiler, biraz sohbet ettiler sonra geç kaldığını fark ederek acele ile oradan ayrıldı. Ertesi gün saat onbir civarında bankaya iki sivil polis geldi.
- Bay Been, bizimlemerkeze kadar gelmeniz lazım, bir konu hakkında bilginize ihtiyacımız var.
Üç saatlik sorgu sonunda tutuklanıp, Eyalet hapishanesine sevk edildi. Beşinci duruşma sonunda cezası kesinleşmiş, ömür boyu hapse mahkum olmuştu.
Been, kafese konmuş aslan gibi onbeş gün hücresinde bir o duvardan bir diğerine gidip geldi. Bir türlü olanları kabullenemiyordu, Jennifer’ı o öldürmemişti.Sonra karar verdi, cezaevinin marangoz atölyesinde çalışacaktı. Yaptığı müracaat cezaevi idaresi tarafından kabul edilince çalışmaya başladı, nede olsa bu baba mesleğiydi, eli yatkındı. Bu atölyede bazı kooperatiflere ve mütehayitlere pencere kasası ve kapı yapılıyordu. Been çalışırken aklına bir şey geldi, neden yarım kalan hukuk tahsilini tamamlamasın? Hemen harekete geçti. Marangoz atölyesinde çalışanlara saatte yirmibeş sent ödeniyordu, şimdiye kadar kazandıklarına elini sürmemişti, idarede çok denecek kadar parası olduğunu biliyordu.Cezaevi müdürüne durumu anlattı ve onayını aldı, zaten müebbet hapse mahkum olduğundan zararsız bir talepti. Kendisine gerekli olan bütün kitapları ve ikinci el bir daktilo makinası listesini verip dışardan getirtmişti. Marangozhanede çalışırken hücresine bir masa ve birkaç raf yapmıştı. !
Gelen bir yığın kitabı ve daktilosunu yerleştirdikten sonra çalışmaya başladı.
Bu çalışma tam altıbuçuk yıl devam etti. Eğer kamu hizmetlerinden mahrum olmasa, imtihanlara ilk girişinde çok iyi derece ile avukat olabilirdi. Kendisinin en çok ilgisini çeken konu kanunun boşluklarından en iyi nasıl faydalanabilmek olmuştu. Bu konuda o kadar iyi olmuştu ki onun için her maddede bir boşluk buluyor ve bunu en iyi şekilde değerlendiriyordu. Bazen kendini onbeş yıla mahkum edip bu mahkumiyetten nasıl kurtulacağını araştırıp sonunda iki yılla paçayı yırtardı. Bu tür oyunlar onun en büyük eğlencesiydi. Cezaevi Been’in pratik yapması için imkanlarla dolu bir yerdi. En çok cezası kesinleşmemiş mahkumlar üzerinde çalışıyordu. Bu mahkumlarla bire bir konuşup, suçu, yapılış nedenini ve şeklini tartıştıktan sonra mahkuma kesin kararını bildiriyor ceza kesinleştiğinde Been’in yorumları doğru çıkıyordu. Been cezaevinde o kadar ün saldı ki ona herkes “Yargıç Been” diyordu. Bütün mahkumlara hatta mahkumların avukatlarına bile yardımcı oluyordu, tekrar temyize başvurmalar!
ının yollarını gösteriyordu. Bazı suçlular onun sayesinde ceza indirimden bile faydalanmıştı. Kendisi istemediği halde sırayla her gün bir mahkum hücresini paspaslıyor, yatağını düzeltiyor, lavabo ve klozetini temizliyordu. Bütün mahkumlar ona hayranlık, sevgi ve saygı ile davranıyorlardı.Bir müddet sonra ünü eyalet sınırlarını bile aştı. İlk geldiği gün hapishane müdürü ona “Sana baktığım zaman iki şey görüyorum; bir acımasız bir katil, ikincisi çok iyi ve dürüst biri. Bunlardan hangisi olduğunu bana ispat et” demişti. Ülkedeki diğer hapishanelerdeki ensesi kalın babalar avukatlarını gönderip, yardım talebinde bulunuyorlardı. Been de elinden gelen her şeyi yapıyordu. Belkide kendisine yapılan bu haksızlık karşısında adaletten öç alıyordu.
Bir sabah tıraş olurken duvarda asılı duran çizelgeye gözü takıldı. Buraya geleli ondört yıl üç ay ondokuz gün olmuştu. Tekrar tıraşına geri döndü, bu sefer yüzünü daha dikkatli incelemeye başladı. Şakakları beyazlaşmaya başlamıştı “Yaşlanıyorum artık...” dedi kendi kendine ama hala atletik bir yapıya sahipti.
Birkaç gün sonra, öğle vakti cezaevi baş gardiyanı hücresine geldi.
- Müdür seni görmek istiyor.
Beraber müdürün odasına gittiler
- Sen dışarı çıkabilirsin.Bay Been ile yalnız görüşmek istiyorum.Buyurun, oturun Bay Been, kahve ister misiniz?
- Hayır, teşekkürler.
- Bay Been, bana iyi bir insan olduğunuzu ispat ettiniz.Ancak zaman zaman adalete ve yargıya ciddi bir şekilde müdahale etmeniz beni son derece kaygılandırdığı zamanlar olmadı değil. Şimdi size güzel bir haberim var.
Müdür derin bir nefes aldı.
- Bay Been, yarın sabahtan itibaren serbestsiniz yani bundan böyle adalet bakanlığı tarafından cezanızın geri kalan kısmı silinmiş durumda, bu da bakanlık tarafından size gönderilen bir milyon dolarlık manevi tazminat çeki.
- Nasıl oldu bu?
- Sizin öldürmüş olduğunuzu düşündüğümüz maktulü siz değil sizin yan komşunuz Tom adındaki adam öldürmüş. Adam son dönemlerde kanser tedavisi görüyormuş, ölümüne bir gün kala her şeyi itiraf etmiş. O zaman kullanılan ve bulunamayan suç aletlerinin yerlerini söylemiş. Bay Been sizi özleyeceğiz, ha bu da adalet bakanlığının özür mektubu.
Been hücresine ne zaman ve nasıl geldiğiniz hiç hatırlamıyordu, kafasını bir türlü toplayamıyordu. Bu gece burada kalacak, yarın sabah erkenden evine dönecekti, zamanını kitaplarını kutulara yerleştirmekle geçirdi.
Sabah erkenden yola çıkmak için avluya çıktığında dondu kaldı. Bütün avlu beşbin mahkumla dolu olmasına rağmen çıt çıkmıyordu. O yürüdükçe kalabalık yavaş yavaş yarılıyordu. Dış kapının üzerinde bir çarşafa yazılmış “Güle Güle Yargıç Been” yazısı asılmıştı. Kapıya yirmi adım kala birden bir alkış koptu. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.
Kapıdan çıktığında onu resmi kıyafetli bir limuzin şoförü bekliyordu. Şoför yavaşça yaklaştı ve “Beni Carlo Tanelli gönderdi, emrinizdeyim efendim” dedi. Been arabaya bindi adresi verdi. Evine geldiklerinde evi boyaları dökülmüş, harap bir şekilde buldu. İçeri girdi kendisine ait olan bazı hatıraları aldı ve arabaya geri döndü. Şoföre kendisini Capitol Otel’e götürmesini söyledi. Büyük bir süite yerleşti, resepsiyonun tavsiye ettiği bir mimarlık ofisiyle bağlantı kurdu, evinin adresini verdikten sonra yapılacak işleri not ettirdi ve akşam saat sekize kadar maliyeti ve işin bitiş tarihini kendisine bildirilmesini istedi. Sonra daktilosunun başına geçti ve adalet bakanlığına bir dilekçe yazdı. Dilekçedeki belli bazı maddeler şunlardı:
1- Kendisinden adli hata sonucu alınmış olan ondört senenin iade edilmesi
2- İade edilecek ondört yıl boyunca insan hayatına kasıt hariç hiçbir suçtan mahkumiyet ve ceza almaması.
3- Kendisine Federal avukatlık verilebilmesi için en kısa zamanda bir sınav düzenlenmesi
4- Cezaevinde yatmış olduğu ondört yıl için onbeş milyon dolar ödenmesi.
5- Tüm sicilim temizlenecek.
Bu dilekçeye onbeş gün içinde olumlu cevap verilmediği taktirde konuyu Uluslararası Lahey Adalet Divanına iletileceğini belirterek dilekçeyi sadece bakanın imzası ile alınabilecek şekilde özel ulakla yolladı. Akşam saat sekiz sularında mimarlık bürosundan telefon geldi. Hesaplar ve zamanlama ayarlanmış buna göre evin dekorasyonu yüzseksenbeşbin dolara ve onbeş gün sonrası teslimat belirlenmişti. Been derhal başlamalarını istedi. Ardından bir numara çevirdi
- Carlo Tanelli mi? Ben Yargıç Been
Kendisine göndermiş olduğu araba için teşekkür ettikten sonra kendisinden yapılmasını istediği bazı isteklerini on gün içinde olması için ricada bulundu.
Bindokuzyüz senelerin başlarında Amerika göçmen kabul etmeye başlamıştı. Göçmen gelenlerin başlarında İtalya, İskoçya, Korsika, İspanya, İrlanda ve kuzey ülkelerden bazıları vardı. Ama İtalyanlar örf ve adetleriyle beraber kaba kuvvetlerini de yanlarında getirmişlerdi. Aradan bir asır geçmesine rağmen hala kendi kanunlarına göre yaşıyorlardı.
Adalet bakanı özel ulakla gelen mektubu aldı. Hemen sekreterini çağırdı, yarın öğlene kadar bütün randevularını iptal etmesini, danışmanlarını ve müşavirlerini toplantı salonunda toplamasını istedi. Bakan projeksiyon makinasına mektubu koydu. Birkaç dakika kimseden ses çıkmadı. Masada yirmibir kişi vardı, danışmanlardan biri
- Peki bu adam yarın bir banka soyarsa, bu cezasız mı kalacak?
Bir diğeri ise
- Been’in kötü niyetli olduğunu zannetmiyorum, öyle olsaydı avukatlık sınavı talep etmezdi. Şahsen ben böyle bir adamın bizim takımda olmasını çok isterdim, hem bu güne kadar kanundışı hiçbir harekette bulunmadı.
O sırada kapı açıldı. Danışmanlardan biri girdi.
- Efendim, adam çok sıkı koruma altında. Otelde üç oda yan yana tutmuş, orta dairede kendi kalıyor diğer ikisinde korumalar, hepside silahlı. Kapıda da dört kişi var. Dışarıya pek ender çıkıyor.
Toplantıda olanlardan biri bakana bir gazete uzattı. Büyük puntolarla başlık atılmıştı. “ŞEYTANIN AVUKATI TAHLİYE OLDU” Altında da iki fotoğraf vardı, biri Been’in son hali diğeri beşbin mahkumun ayırdığı yolda ilerleyen tek başına bir adam, karşısında da “Güle Güle Yargıç Been” yazılı bez afiş. Toplantı tam altı saat sürdü. Oybirliği ile Been’in isteklerinin yerine getirilmesine karar verildi.
Öğleden sonra saat iki gibi Been’in odasındaki telefon çaldı, arayan Carlo Tanelli idi.
- Söylemiş olduğun her şey yapıldı. Doğrusunu istersen bu kadar masrafı neden yaptığını çok merak ediyorum. Sana uğrasam gidip beraber bakabilir miyiz?
İçeri girdiklerinde Carlo çok şaşırdı. Been’e dönüp,
- Bu yaptığından emin misin?
Şehrin dışında bir depo kiralamış, buranın büyük bir bölümünü yargılandığı adliye binasının bir nolu duruşma salonunun aynısının yapılmasını sağlamıştı. Salon, gerçeğine tıpatıp aynı yapılmıştı.
- Carlo, gel diğer tarafa bakalım.
Diğer tarafta Been’in cezaevinde ki hücresinin aynısı idi, sadece tek fark kapısının demir parmaklık yerine, dışarısı görülmeyecek şekilde yapılmış olmasıydı. Otele döndüğünde mafya babalarından Alberto Salli’yi aradı, yapılmasını istediklerini sıraladı.
Mahkeme salonu doluydu, jüri, dinleyiciler, zabıt katibi, iddia makamı ve hakimler yerlerini almışlardı. Sanık sandalyesinde ise John Ross oturuyordu. Bir gün önce bilmediği bir sebepten dolayı kaçırılmış ve gözleri bağlı olarak mahkeme salonuna getirilmişti. Etrafına baktı, burası kendisinin hakimlik yaptığı salondu. Savcıda iddia makamı olarak yerini aldı, bu Been idi. Kürsüdeki hakim Barodan atılmış bir avukattı, diğer kişiler ise Alberto Salli tarafından toplanmış sahte kişilerdi. Hakimin soracağı bütün soruları Been hazırlamıştı. Hakim salonu sükunete davet ettikten sonra sanığa dönerek
- Bay Ross, uzun zamandır bu mahkemenin hakiliğini yapıyorsunuz. Bundan ondört yıl dört ay önce hakim olarak bir cinayet davasına bakıyordunuz. Size sorumuz şu; bu cinayet davasında sadece iki tanık vardı ve suç aleti de bulunmamıştı. Nasıl oldu da böyle önemli bir davayı karara bağladınız? Adalet bakanlığı tarafından yapılan incelemeden sonra bu dava ile ilgili olarak suçlu bulunduğunuz için bugün buradasınız. Bu konuda iddia makamı savcının söylemek istedikleri var mı?
- Sayın hakim ve jüri üyeleri, sanık sandalyesinde oturmakta olan Bay Ross biraz sonra kendisine sorulacak olan sorulara muhakkak cevap verecektir. Ancak o davada ömür boyu ceza almış olan suçsuz bir insanın çekmiş olduğu manevi çöküntüyü aynen kendisinin de yaşaması için bir kişilik hücrede ağır hapis cezası ile cezalandırılmasını iddia makamı olarak talep etmekteyiz.
Ross o kadar şaşkınlık içindeydi ki yanındaki masada oturan savcıyı tanımamıştı. Sabahleyin evinden çıktığı sırada kapıda bekleyen arabadan üç kişi çıkmış belediye başkanının kendisini görmek istediğini söyleyip arabaya bindirmişlerdi, bindirir bindirmezde hemen ağzını ve gözlerini kapatmışlardı taki mahkeme salonuna girinceye dek.O günkü duruşma tanıkların dinlenmesi için sona ermişti.
İkinci duruşma başlamıştı, sanık yerine getirilmişti. Hakim sanığa sordu
- Bahis konusu olan cinayet davasında siz hakimidiniz. Şahitlerin ifadelerinin ne olduğunu bize söyler misiniz?
- Birinci şahit olan yan komşusu cinayetin işlendiği saatlerde Been’in cinayetin işlendiği evden koşarak çıktığını söylemişti. İkincisi ise evden “ya benim olursun yada seni öldürürüm” diye bağırıldığını söylemiş bunun üzerine polise haber vermişti.
Hakim diğer soruya geçti
- Bay Ross, bu olayda başka görgü tanığı olup olmadığını araştırdınız mı? Yoksa bu iki tanık size kafi geldi mi?
- .........
- Bay Ross, sorumu duyabildiniz mi?
- .........
- Evet, saygıdeğer jüri üyeleri bu son duruşma idi. Şimdi sizlerden kararınızı vermenizi istiyorum, duruşmaya saat onbeşe kadar ara verilmiştir.
- Jüri kararını verdi mi?
Hakim kararın yazılı olduğu kağıdı aldı.
- Bay Ross, ayağa kalkın lütfen. Bütün jüri üyeleri oybirliği ile sizi suçlu bulmuştur, bunun üzerine mahkeme heyeti de vermiş olduğu ceza, bazı hafifletici sebeplerden ötürü size dokuzyıl beş ay ağır hapis cezası verilmiştir. Suçluyu götürebilirsiniz.
Ross hücresine götürüldü. Yarım saat sonra Been hücrenin kapısını açtığında Ross’u yatağında oturur buldu.
- Bay Ross, biraz konuşabilir miyiz?
- Benden daha ne istiyorsunuz?
- Bakın Bay Ross, size halen yardım edebilirim. İstediğim sadece bir soruya doğru cevap vermeniz. Neden bahis konusu olan bu davayı oldu bittiye getirdiniz?
Uzun bir sessizlikten sonra
- O davanın görüldüğü günlerde hem eyalet yüksek mahkemesi hem de şehir mahkemesinin hakim seçimleri vardı. Eyalet mahkemesine şehir mahkeme hakimi, şehir mahkemesine de ben adaylığımı koymuştum. Hakimle ben anlaşarak bu davayı pek uzatmadan neticelendirip kamuoyundan gelecek olan oyları daha yükseltebileceğimizi düşündük.
- Teşekkür ederim Bay Ross, senelerdir cevabını aradığım bir soruydu bu.
- Siz neden bu kadar ilgilisiniz?
- Bay Ross, beni tanımadınız dimi? Bana daha dikkatli bakın.
- Çıkartamıyorum.
- O cinayet davasında mahkum ettiğiniz bendim Bay Ross.
- ………
- Bay Ross, artık evinize dönebilirsiniz.
Ross ikinci kattaki kapısının dairesini açtı. Yalnız yaşıyordu, karısı birbuçuk yıl önce ölmüştü, bir oğlu vardı o da Atlanta’daydı. Salonundaki koltuğa çöker gibi oturdu, şaşkın ve yorgundu. Biraz sonra vücudu hafifçe sarsıldı sonra arkaya yaslanır gibi oldu. Bay Ross kalp krizinden ölmüştü.
 
Kantin Yolu

Oğlum kalk işe geç kalacaksın.

Serkan annesinin bu sözleri ile uyandı. Saat sabahın altısı idi. Bu saatte kalkmak ona kış günü buz gibi soğuk suyla yıkanmak kadar zor geliyordu. Zaten izlediği filmden dolayı gece ikide yatmıştı. 4 saatlik uyku harbi zulümdü onun için. 10 dakikaya ancak kendine gelebildi , sanki sarhoştu da yeni ayılıyor gibiydi. Kendine geldiğinde yataktan yavaşcça kalktı , elleriyle yorgun uykulu gözlerini ovdu. Öyle bir ovuşu vardı ki gören gözlerini çıkartıyor sanırdı. Zaten bir gün amcasının 4 yaşında küçümen kızı onu o halde görünce “Serkan abi ne yapıyorsun gözünü çıkartıyorsun” diye avaz avaz bağırmıştı. Serkan’da gülümsemişti gülememişti kızın şok haline. Aklına bunlar geldiğinde gülümsedi olanlara. Belki amcası bugün getirirdi minik Bahanur’u. Oyun oynardı onunla belki saklambaç falan. Bu düşünce ile gideceği aklına gelmişti hareketlendi hemen. Hazırlanmaya başladı. Peki neydi işi , Serkan hazırlanırken ben de size kısaca anlatayım.

Serkan bir ilköğretim okulunda kantinci idi. Üniversiteyi bitirmesine rağmen bir kantinci idi. Bazen bunu düşününce oldukça üzülürdü. 18 sene okumasına rağmen ancak kantinci olabilmişti. Peki nasıl olmuştu bu. Üniversiteyi bitirdikten sonra birkaç işe girmişti. Evet gerçekten de birkaç işe girmişti. İlkinden yediği patron kazığından sonra başka işlere girişmişti. İki işe birden başlamıştı birisi bir müzik şirketinin arşiv kayıtlarının internet databaselerini oluşturmaktı yani fazla uzun süreli bir iş değildi. Diğer işi de yarı günlük bir gece işiydi. Mal sayımı yapıyordu. İki işte hoşuna gidiyordu garip olmalarına rağmen. Özellikle bulduğu ilk iş olan dersane öğretmenliğinde bir hafta içinde öğretmenlik niyetine yaptığı broşür dağıtımından sonra (ki bu yüzden işten toplu halde çıkmışlardı ) bu işler çok güzel geliyordu. Sonuçta işleri kendisi bulmuştu ve işlerden birisi gezmelik bir işti diğeri de sevdiği ortam olan Kadıköyde idi. Hayatından memnundu ta ki babası bir okul ! kantini alana kadar. Babası bu okul kantinini sen işleteceksin diyince babasına olan saygısından ses çıkartamadı ve kabul etti. Girdiği işlerden çıktı istemeden çıkmıştı ama çıkmıştı. Bir ayda başlayacağı dördüncü iş olacaktı bu ; 4. garip iş. İşe başladığında sevmediği bir ortama girdiğinden dolayı somurtkandı. Zaten çocukları da sevmezdi. Özellikle ilkokul çocuklarını. Kendisine göre şımarıktı onlar hiçbir özellikleri yoktu. Sadece oyun oynarlar derslere girerler sahte sevgiler gösterirlerdi. O yüzden ilk günlerde yüzü pek gülmedi. Patates kokusunun da üstüne işlemesi( Kantinde patates yapmanın sorunuydu bu patates kokusunun insan üstüne nefsetmesi) iyice sinirli hale sokmuştu. Teneffüslerde bu sinirle öğrencilere bağırır hale gelmişti. Günler geçtikçe sinirleri azalmaya ortama biraz da olsa alışmaya başladı. Öğrencilere daha da yumuşak davranıyordu. Onun için inanılmaz bir şey oldu öğrenciler onu sevmeye başlamıştı. Bu onun için oldukça hoş bir şeydi. Sevilmek , biri tara! fından sevilmek , birileri tarafından sevilmek. Ne hoş bir şeydi bu. Herkes “Serkan abi bir tost” , “Serkan abi bir patates” , “ Serkan abi nasılsın” dedikçe öğrencilere karşı bir garip olmuştu. Çünkü diğer elemanların adını bile bilmiyordu öğrenciler sadece ona adı ile hitap ediyorlardı. Bu da ne kadar sevildiğinin göstergesi idi.Sevmediği kişiler tarafından seviliyordu. Zamanla o da onları sevmeye başladı. Çocukları sevmeyen Serkan artık yolda şirin bir çocuk görse sevesi geliyor bazılarını da başlıyordu sevmeye. Sevmediği bir işten böyle güzel şeyler öğrenebilmek Serkan için belki de hayatın anlamıydı. Artık kantini seviyordu , çocukları seviyordu. Bugün de kantine gidecekti. O gün de güzel olacaktı , bunu hissedebiliyordu. Güzel olmasa da umurunda değildi aslında varsın kötü olsundu. Belki anlatacak bişeyler çıkartabilirdi.Biraz uzun sürdü ama işi böyleydi Serkan’ın.

Serkan hazırlanmıştı , son rütüşları da yapıyordu. Saçına jöleyi sürmekle meşguldü. Hafif uzundu saçları. Uzatmaya karar vermişti , değişikliğin kendisi için iyi olacağını düşünmüştü. Babası:

-Serkan hazırmısın çabuk ol geç kalacaksın işe.
-Geldim baba.

İşe annesi ile babası bırakıyorlardı. Onlar da başka bir kantine gidiyorlardı. Gitmişken de Serkan’ı bırakıyorlardı. Kendi işleri erken başladığından Serkan her zaman işe erken gitmek zorunda kalıyordu. 1,5 aydır gidiyordu işe ama minibüs ya da otobüsle işe nasıl gidileceğini hala öğrenememişti. Lazım olmazdı herhalde ama öğrenmesi gerekliydi belki bir gün ihtiyacı olabilirdi. En iyisi bu gün işten bir süreliğine ayrılıp yolu öğrenmeliydi. Merdivenden inerken bu hesapları yapıyordu. Arabalarını bıraktıkları otoparkın arka kapısından girdiler. Arabalarına doğru giderken ilginç bir şey gördüler otoparkın ön kapısı bir minibüs tarafından kapanmıştı. Arka kapısı ancak yayaların girebileceği kadar dar olan otoparktan araba ile çıkmanın tek yolu olan ön kapı artık kapalıydı. Otopark bekçisi ile yaptıkları konuşmada park halindeki minibüsün fren sisteminin bozulmasından dolayı hafif yokuş olan otoparkta kayması ve tam yokuş olan çıkış kapısına doğru düşerek orayı çarprazlamasına ka! patması idi. Apartmanlar arası yapılmış olan bu otoparkın girişi de doğal olarak dardı bu yüzden bir minibüsün çarprazlama olarak bu girişi tıkaması girişin açılmasını oldukça geciktirecekti. Yokuş aşağı çarprazlama kaymış olan minibüsü otopark görevlileri çıkartmaya çalışıyorlardı. O sırada Serkan’da arabalarında bir umutla minibüsün yoldan çıkmasını bekliyordu. Babası da adamların yanındaydı. Görevliler arabayı çalıştırmışlar geri geri çıkmaya çalışıyorlar tekerleri devamlı sağa sola döndürüyorlardı. Bu sayede minibüs oturduğu yuvadan kurtulabilirdi ama minibüs geri gidemiyordu devamlı patinaj yapıyordu. Bunun nedeninin ön tarafın fazla ağır olduğuna kanaat getiren görevliler minibüsün arka tarafına Serkan ile babasını oturttular ve bir iki deneme daha yaptılar ama sonuç gene başarısızdı. Serkan işe geç kalacaktı bu gidişle. Babasına işe minibüsle gitmesi gerektiğini söyledi. Babası da tek çare minibüs olacağından kabul etti.Bu konuşmadan kısa bir süre sonra babası bir ark! adaşı ile bir telefon görüşmesi yaparak onun arabasını o günlük ödünç aldı. Arkadaşının işyeri yakındı oraya giderek arabayı alacaktı. Hep beraber yola koyuldular. Beş dakika kadar yürüdüler iş yerine geldiklerinde Serkan onlara hayırlı yolculuklar diyerek gitti. Şimdi hangi minibüse gitmesine karar vermeliydi. Gideceği yer Yenibosnaydı oturduğu yer de Şirinevlerdi. İki minibüs vardı oraya giden acaba hangisi geçerdi. Minibüs durağına geldiğinde ilk Yenibosna arabasına atladı.

-Merhaba Sultan Abdül okulundan geçer mi?
-Hangi okul?
-Sultan Abdül okulu.
-Valla bilmiyorum. Bir okulun önünden geçiyoruz ama onun da adını bilmiyorum.
- Siz şimdi E-5 ten Yenibosnaya girdikten sonra cami yolundan geçmiyor musunuz? -Evet? -Tamam o zaman o okuldan da geçersiniz o zaman. Borcum ne kadar dı? -750,000 -Buyrun.

Ne adamlar var diye düşündü Serkan.Geçtikleri yolu tanımayan minibüs şoförleri ha ilginç. Tebessümlüydü bu olay üzerine. Bari yanlış minibüse binmiş olmasındı. Minibüs hareket etti tamda tahmin ettiği gibi E-5 ten cami yoluna girdi ama hesaba katmadığı bir şey oldu minibüs cami yolu + dereyolu yapmıştı. İşte bu olmamalıydı. Hemen orada inmesi gerekti ama inmedi belki ileride tekrar cami rotasına döner diye düşündü ama her düşünülen şeyin olmadığı gibi bu da olmadı. Minibüs gittikçe gitti ta bilmediği yerlere geldi. Daha sonra bir sol yaparak gitmek istediği rotaya paralel hale geldi. Neyse dedi belki ileride bir yerde bildiğim bir yer vardır diye düşündü beklemede kaldı. Araç gidiyordu ama gittiği yerleri hiç çıkartamıyordu. Tam telaş olmuştu. Kesin kaybetmişti yolu ama tam o sırada tanıdık bir dükkan gördü. Akşam iş dönüşü eve gelirken fark ettiği bir dükkandı. İşyeri fazla uzak olamazdı oraya. Minibüs bir süre daha gittiğinde bir okul gördü kendi okulu değildi ama inmesi g! erekti. Zaten kaybolmuştu artık yolu bulabilmesi tüm ipuçlarını birleştirebilmesi gerekti. Birincisi tanıdık gelen dükkandan fazla uzaklaşmamışı bu da okula fazla uzak olmadığı anlamına geliyordu. İkincisi de bir okulun önünde inmişti minibüsten. Bunu bilerek yapmıştı nedeni de basitti. Emekli öğretmen babasından öğrendiği bişey vardı “Okulun olduğu yerde başka okullar da vardır” . O yüzden burada inmişti okul buralarda bir yerde olmalıydı ama nerede. Caddeden karşıya geçti ve ilk sokaklardan birisine daldı. Kendi okulunun olduğunu tahmin ettiği yere doğru yürümeye başladı. İlk gördüğü kişiye Sultan Abdül okulunun nerede olduğunu soracaktı. Bir bayan gördü ileride;

-Afedersiniz Sultan Abdül ilköğretim okulu nerede biliyor musunuz acaba? -Neresi? -Sultan Abdül? -Hayır bildiğim kadarı ile buralarda öyle bir okul yok. -Hmm. Teşekkür ederim yinede sağolun.

Strese girmişti şimdi okula da geç kalmıştı artı kaybolmuştu ve cep telefonunun şarjı da bitmişti. Herkes merak edecekti onu. Kantinin anahtarı da sadece kendisinde idi. Bu düşünce iyice gerginleştirmişti onu.Ayrıca kadının okulu tanımaması da cabası idi nasıl bilmezdi okulu? Acaba yanlış bir semte mi gelmişti? Bilemiyordu. Bir kişiye daha soracaktı biraz daha yürüdü. Bu arada bir okulun yanından daha geçti. Babasının okul yanında okul tezi doğru gibiydi. O okulu da geçtikten sonra bir kişi daha gördü.

-Merhaba Sultan Abdül ilköğretim okulu ne tarafta acaba biliyor musunuz?
-Sultan Abdul mü?
-Evet.
-Bildiğim kadarı ile buralarda öyle bir okul yok
-Allah Allah olması lazım ama.
-Belki olabilir ama ben bilmiyorum da duymadım da öyle bir okul.
-Neyse gene de sağolun.

Durum ilginçleşiyordu. Neden kimse bilmiyordu okulun adını Yenibosna değil miydi burası nereye gelmişti? Bir terslik vardı ama neydi. Biraz daha yürüdükten sonra bir kişi daha gördü adama sanki son umuduymuş gibi baktı ve gene o okulu sordu.

-Sultan Abdul mü?
Gene aynı cevabı almıştı.
-Bildiğim kadarıyla Yenibosna da böyle bir okul yok.
Şaşırmıştı iyice kendisini resmen farklı bir yerde zannederken doğru yere gelmiş olduğunu fark etti. Kayıp değildi aslında onu anlamıştı. Sadece kaybolduğunu farzediyordu ama neredeydi bu lanet okul neden kimse adını bilmiyordu sanki bir kabusta gibiydi birisi onu cimdiklemeliydi. Acaba adama onu cimdiklemesini söylese adam yanlış anlar mıydı. Attı hemen bu düşünceyi kafasından kesin uyanık olduğuna karar vermişti nedenini bilmese de.
-Olması lazım ama. Ben orada çalışıyorumda yanlış minibüse binmişim yanlış yerde indim ve işe geç kaldım oraya ulaşmam lazım. -Ne yalan söyleyeyim bu çevrede hiç böyle bir okul yok. Yalnız bir okul var iki isimli Muratpaşa diye. Diğer ismini bilmiyorum belki o okul olabilir aradığın okul.
-Belki olabilir. Ne tarafta bu okul? Adam tarif etti Serkan da teşekkür ederek oradan uzaklaştı. Kendi okulunun iki ismi var mıydı bilmiyordu hiç dikkat etmemişti. O okul olmasını umuyordu sadece. Adamın tarif ettiği yolu izlerken buraları daha önce gördüğü hissine kapıldı garipti bu his. Daha sonra bu hissin gerçek oluğuna kanaat getirdi burası okulunun çevresi idi. En sonunda bulmuştu okulu acele etmeye başladı. Okula yeterince geç kalmıştı zaten. Okul yokuşunu çıkarken babası ile işte beraber çalıştığı amcasını gördü. Onu aradıkları belliydi.

-Oğlum nerelerdeydin?
Sinirliydi.
-Sadece kayboldum.
-Bir ara baktım arkama yoktun ne zaman gittin. Niye gittin. Amcası da merakla olayları izliyordu o da telaş olmuştu.
-Sen demedin mi minibüsle git diye baba.
-Tamam dedim de arkadaşımın arabasını ödünç aldım aklına gelmedi mi araba varsa minibüse ne gerek var diye.
-Peki ne zaman gittin?
-Siz arabayı almaya dönünce hayırlı yolculuklar dedim ve gittim.
-Dedin mi?
-Evet duymadınız mı?
-Hayır duymadık. İşler çığırından çıkıyordu acayip şeyler olmaktaydı oldukça ilginç bir güne başlamıştı ve devam ediyordu. -Tam arabaya binecektik ki sen yoktun.Bu arada telefonun niye kapalı idi?
-Şarjım bitmişti. Babası da pes etmişti artık. Hep beraber kantini açmaya gittiler. Elemanlar bile merak etmişlerdi. Hepsi dışarıda onu bekliyorlardı. Elemanlarla neredeyse yaşıt olduğundan patron işçi ilişkisi yoktu genelde arkadaşlık varı o yüzden rahat konuşuyorlardı.

-Serkan nerelerdin?
-Sormayın kayboldum.

Derken gülmeye başladı haline bunun üzerine elemanlarda gülmeye başladılar.babası amcası falan dışarıda olduğundan elemanlara kısaca her şeyi alattı. Kimsenin okulun adını bilememesini okulu resmen tesadüfler sonucu bulmasını falan anlattı. Bu arada amcasının kızı Bahanur’u gördü.

-Merhaba Seekan abi.
R leri söyleyemiyordu küçük Bahanur. Bu da onu daha bir şeker yapıyordu. İlgilendi biraz çocukla. Babasının gitmesini bekledi biraz da azar işitti beklerken. Hem kaybolmuş hem de azar işitmişti. Babası gittikten sonra okulun bahçesinde biraz oturmaya karar verdi. Otururken okulun adamın dediği gibi iki adı var mı diye kontrol edeyim dedi. Züğürt Paşa yazıyordu sadece. Evet Züğürt Paşa yazıyordu. İnanılmaz ama gerçekti herkese annesi ile babasının çalıştığı okulun adını vermişti. Bir değil iki değil herkese.

Şok geçirmekteydi. Kaybolmasının tek nedenini bulmuştu.kendi kendisine sordu.
-Peki ben neden herkese Sultan Abdülü sordum?
 
Kanlı Dudaklar

Feryadım dağları deliyor sanki. Yüreğim kaldırmıyor artık olanları. Tamam ben kazandım dediğim bir anda bir de bakıyorum ki aslında ben herşeyimi kaybetmişim...

Umutlarım hayallerim hepsi avuçlarımın arasında sımsıkı duracak sanmıştım. Oysa şimdi hepsi parmaklarımın arasında birbir kayıp gidiyorlar. Yetişemiyorum, duyuramıyorum sesimi kimseye. Yardım istemeye gururum elvermiyor... Haykırıyorum git demek istiyorum sana sadece git beni bana bırak ve git. Beni kanlı kaderime bırak ve git...

Bir an maziye dalıyorum birbirmize kavuşmak için yaptıklarımızı hatırlıyorum da keşke hiçbirini yapmasaydım, yapmasaydık... Bir mutluluk oyununun içinde bulduk kendimizi. Ta ki bir zamanlar dudaklarına değerken yüreğimin atışlarıyla birlikte titreyen dudaklarım, öksürüklerimle beraber kanlanana kadar...

Artık anlıyordum gitmek gerekiyordu... Sessizce girdiğim hayatından yine sessizce çıkmak gerekiyordu. Çünkü bu kanlı dudakları öpemez senin dudakların... Veremli bir kızın dudaklarındaki pis kanla kirletme dudaklarını GİT... Beni kanlı kaderimle bırak ve git. Ama sana neden git dediğimi asla bilme. Çünkü seni de ortak edemem bu kanlı kadere.... GİT SADECE GİT..
 
Kanlı Bir Saatin Hüznü

Heyecanla sahibi olan ufak çocuğa doğru koştu Pufy. Onun kendisini her çağırışına büyük bir heyecanla gitmek, göreviydi sanki. Annesi, babası, kardeşi, arkadaşı... her şeyiydi ufak çocuk onun için. Bir kerecik sevse, sevinçten çıldırır, sırf kendini bir kez daha sevdirebilmek adına, her türlü cambazlığı yapmaya çalışırdı. Yeter ki, sevsin...

Ölmüş annesini hala emmeye çalışırken tanışmıştı sahibi olan ufak çocukla. Süt gelmeyen memeleri zorlarken, arkasından yumuşacık iki minik el sarılmış, onun "annemden ayrılmam" diye feryatlarına kulak asmadan kucağına almıştı. Gözlerine bakıp, "bundan sonra birlikteyiz ufaklık, isminde 'Pufy' olsun olur mu ?" demişti. Minicik bir köpek, minicik bir çocuk... Sevgi ve dostluğun başlangıcının adıydı Pufy... Böyle başlamıştı yaşamın yeni tadı.

Tombiş vücudunu minik ayakları zor taşır, ufak çocuğun arkasından koşarken çoğu zaman hemen yorulur, beni de bekle anlamında "Hev Hev" diye kendini ifade ederdi. Ufaklıkta geri döner, Pufy'nin yanına oturur ve Pufy dinleninceye kadar onunla sohbet ederdi. Birbirlerini hiç gözden kaybetmemeye çalışırlardı. Pufy bir an onu gözden kaybetse bu korkunç dünyada kaybolacak zannederdi. Henüz 2 aylıktı, yaşama dair her şeyi çocuktan öğreniyordu. Oyun oynayalım diye attığı ufak ısırıklardan birinde, çocuğun ayağı kanayınca, çok utanmış, üzüntüsünden köşe bir yere gidip ağlamıştı. Onlar iki kardeş gibiydiler. Çimlerde alt alta, üst üste yuvarlanmaları, yemek yemek için olan yarışları, çeşmeye kim önce gidecek müsabakaları. Hepsi hayatın öğrenimiydi Pufy için.

Geceleri hava biraz serin olurdu. Büyük büyük köpekler gelir, etrafta sinirli sinirli gezerlerdi. Pufy her akşam ker**** bir duvarın arkasında uykuya dalar, sabaha kadar uyanmazdı. Kim bilir belki uyanırsa büyük köpeklerden biri onu yerdi ? Ya da karanlık onu boğardı. Üstelik ufak çocukta yoktu. Onu kim korurdu ?

Günler hızla geçiyor, her gün Pufy yeni bir şeyler öğreniyor, her gün ufak çocuğa daha çok bağlanıyordu. Doğum tüyleri dökülmeye başlamış, kısa ve gri yeni tüyleri onu daha tombul ve güzel göstermeye başlamıştı. Evet, yakışıklı bir delikanlı olacaktı. Hatta kocaman olup, ufak çocuğu hep koruyacak, ona kimsenin zarar vermesine izin vermeyecekti. Hele çimlere bastıkları için çocuğa bağıran kapıcıyı çoktan gözüne kestirmişti. Büyüyünce ufak bir paça alacak, çocuğa bir daha bağırmaması gerektiğini anlatacaktı. Sanırım insanlar iyi canlılardı. Ufakları bile böylesine sevgi dolu ise, büyükler daha anlayışlı, daha koruyucu olmalıydı. Evet, evet.. Yaşam çok güzeldi...

"Haydi Pufy, saatimi getir" yine büyük bir heyecanla koştu. Saati çimlerin içinden alıp, hızla geri çocuğa döndü. Saati bırakınca, sevgi dolu ufak eller boynuna dolandı. Ah, hep sevseydi keşke. Yumuşacık ellerin ilettiği sevginin karşılığını o minik elleri yalamakla verdi. Tekrar ayağa kalktı çocuk ve saati fırlattı. "Haydi pufy, getir bebeğim". İşte yine saati getirecek ve yine sevilecekti. Heyecanla koştu, saati ağzına aldı. Kalbi küt küt çarpıyordu. Dönmek için hamle yaptığında arkasında biri engel oldu. Bacağıyla onu itelemişti. Minicik başını kaldırıp, gözlerini yukarıya dikti. Kocaman bir insan duruyordu. "Acaba saati bu amcaya versem, oda beni sever mi" diye düşündü. Adam elindeki küreği havaya kaldırdı, sanırım atıp getirmesini isteyecekti. Ama o kürek çok büyüktü, getiremez di ki... Beklediği olmadı. Kürek büyük bir hızla başına indi...

"Demek bahçeme pislersin ha!!!" acıdan ne söylediğini anlayamamıştı bu büyük insanın. Öyle çok canı yanmıştı ki, avazı çıktığı kadar bağırmak istemiş, fakat ağzına dolan kırmızı sıvı sesinin çıkmasını engelleyerek, ufak bir mırıltı halini almıştı. Kulakları duymaz oldu, gözleri kararmıştı. Neden vurmuştu o amca ona ? Ufak çocuk nerdeydi ? Neden korumamıştı Pufy'sini. Kürek bir kez daha kalkıp vücuduna indi. Yine tarifsiz bir acı kapladı vücudunu. Bir hüzün perdesi kapatmıştı gözlerini. Artık hareket edemiyordu, küt küt atan kalbinden başka hiç bir yerini hissetmiyordu çünkü. Minicik gözlerini kaldırıp ufaklığı aradı. İlerde belli belirsiz bir gölge. Evet oydu, kokusunu buradan bile almıştı. Tıpkı oda kendisi gibi hareketsiz, korku dolu gözlerle bakıyordu. Acaba ona da mı vurmuşlardı ? Neden donup kalmıştı ? Neden gelip kendisini bu canını yakan adamdan hala kurtarmıyordu... Nedenler ile doldu beyni. Saati hızlıca alıp gelemediği için mi böylesine acı bir ceza verilmişti ona !
?

Kürek bir kez daha kalktı... Pufy her şeyi anlamıştı. Bir kaç saniye sonra, annesi gibi hareketsiz olacaktı. Annesi gibi toprak olacak, gözleri güneşin doğuşunu hiç göremeyecek, yeni bir gün başlıyor sevincini, yüreğinde hiç hissedemeyecekti. Bir daha kalkıp oynamayacak, kafasını küçük çocuğun kollarının arasına sokamayacaktı. Her şeyden önemlisi, büyüyüp onu koruyamayacaktı. Kılıçların kınına girerken çıkardıkları ses gibi bir ses çıktı boğazından. Yaşamasına niçin izin verilmiyordu ? Soru işaretleriyle dolu minik gözlerini, ufaklığın gözlerine dikti. Son yargılamasını yapmıştı, insanlar ufaldıkça sevgi doluyor, büyüdükçe kin ve nefrete dönüşüyorlardı.

Kürek indi...

Yaşam bitti...

Pufy' den arda kalan, minicik ağzından bırakmadığı kanlı bir saatti…
 
Kanıt

17.Askeri bölge, en yakın yerleşim yerine yüz kilometre kadar mesafede tamamen çıplak bir arazi üzerine kurulmuştu. Oldukça modern bir mimari tarz ile yapılmış üç katlı yayvan bir bina, birkaç uçak hangarı ve askerlerin kaldığı barakalardan ibaret sıradan bir askeri birlik görünümündeydi. Ama birlikteki askerlerin ilginç hikayeler uydurup birbirlerini oyalamasına vesile alan çok da gizemli bir havası vardı. Aslında bu esrarı yaratan ne ana binaya ulaşabilmek için üç ayrı nizamiye kapısından geçmenin zorunluluğu ne de binanın yanı başına yerleştirilmiş dev antenlerdi.
Son birkaç aydan bu yana bölgeyi ziyaret eden baştan başa simsiyah otomobillerin ve en az iki yıldızlı askeri makam araçlarının eskiye oranla çok daha sık gelip gitmeleri, binanın en üst katına çıkışın yasak olması ve bu katın ışıklarının hiç sönmüyor olması, ister istemez şüphelerin doğmasına neden oluyordu. Hatta bazı geceler garip bir yaratığın perdeye düşen gölgesini gördüğünü iddia eden nöbetçilerin sayısı da az değildi. Ne var ki, ana binanın içindekiler hariç gerçekte neler olduğunu bilen hiç kimse yoktu. Albay’ın söylediğine göre olağan bir tatbikat için hazırlık yapılıyordu, ama askerlerin yarıya yakını buna pek inanmıyordu.
Birkaç yıldızın zayıf parıltıları, bölge sınırlarını tarayan projektörlerin sürekli yer değiştiren ışık huzmeleri ve tabi ki en üst katın perdeleri arasından sızan ışıkları dışında her yer, simsiyah ve birbirinin aynıydı. Ara sıra duyulan düdük sesleri ve nadiren de bir-iki askeri aracın gürültüsünden başka tek bir ses bile işitilmiyordu.
O sırada, askerlerin deyimiyle o esrarengiz odalardan birinde üç sivil ve iki de üniformalı şahıs sessizce çalışıyordu. Oda oldukça genişti ve insanda tüm dünyanın yönetilebileceği kadar donanımlı ve karmaşık bir merkez imajı yaratıyordu.
Adamlardan birinin kafasında sadece meyve sıkacağı eksik(!) olan bir kulaklık vardı ve yüzü cihazlara dönüktü. Rütbesi üsteğmen olan bir subay ise odanın diğer köşesinde kalabalık bir monitör topluluğunun karşısına oturmuş, görüntüler üzerinde dolaştırıyordu gözlerini. Diğerleri ise yan yana dizilmiş masalara yerleşmişlerdi. Bir tanesi kulaklıklı adamın hemen yanında oturuyor, bilgisayarının tuşlarını eskitiyordu üfleyip püfleyerek. Onun yanındaki masa, sakallı bir adama aitti ve bir eliyle hesap yaparken diğeriyle de sakalını okşamak gibi dikkat çekici bir huyu vardı. En uzakta oturan ise, bir binbaşıydı.
Bilgisayarın önündeki adam bir dalga analizcisiydi. Uzaydan gelen dalgalardan anlamlı olanları tespit edip çözmekti işi.
Uzanıp kulaklıklı adamın omzuna dokundu birkaç kez. Adam, kafasındaki koca aleti boynuna sarkıtıp analizciye döndü. Ardından da fısıltı halinde konuşmaya başladılar
“Hala çıt yok, değil mi?” diye sordu analiz ustası.
“Alışılmışın dışında tek bir sinyal bile yok”
“Aylardır mesaj bekliyoruz, ama nafile”
“Sıkılmaya başladım artık”
“Belki de yalan söylüyordur”
“Bunu da nereden çıkardın?”
“Kendisine zarar vermemizden korktuğu için bir garantör uydurmuş olamaz mı?”
“Olabilir tabi”
Analizcinin yanındaki masadan çok emin bir ses yükseldi:
‘Olamaz!”
Bunun üzerine varsayımın sahibi, başını o yöne çevirip “Olmaması için hiçbir sebep göremiyorum. Önce onu alıp buraya getirdik, her gün binlerce soru soruyoruz ve üç aydır da burada. Nazik bir şekilde hapsedildiğinin farkında. Ayrıca, ona ömür boyu bakamayacağımızı anlaması için dahi olması da gerekmiyor.”
O esnada, ceketini çıkarıp yaka düğmesini de açmış olan binbaşı, yarım saate yakın zamandır elini şakağına dayamış halde hiç hareketsiz okuduğu kitabı kapayıp dikkatini analizci ile astrofizikçinin sohbetine çevirmişti.
Ağır hareketlerle bir sigara yakan astrofizik uzmanı, sakalıyla oynamayı bırakıp “Söyledikleriniz akla yakın görünüyor, ama doğru değil” dedi. Arkasına iyice yaslandıktan sonra da devam etti.
“Gemiyi inceleyenlerden biri de bendim.... O gemi ile uzun mesafe katedilebilmesi mümkün değil. Hesaplarıma göre en iyi şartlarda bile dört ışık saatinden öteye erişemez. Bu da bir ana geminin varlığını zorunlu kılar. Uzun lafın kısası, uzaylı dostumuz yalan söylemiyor.”
“Belki de gözünüzden kaçan bir şey olmuştur.”
“Dört ayrı uzman olarak birbirimizden bağımsız çalıştık ve hepimizin vardığı sonuçlar da aynıydı.... Bu inceleme için beni ve diğer arkadaşları görevlendirmelerinin nedeni, gözümüzden bir şey kaçmayacağını bilmeleridir, dostum.”
Binbaşı, tartışmanın uzayacağını hissetmiş olmalıydı ki o gür sesi ile araya girdi:
“Bizimki nerede şimdi?”
Teğmen, kahve fincanını tabağa bırakıp birkaç düğmeye dokundu hemen. “Sanırım uyuyor, efendim”
“Teşekkürler teğmen”
Binbaşı, biraz evvel bitirdiği kitabı işaret ederek “Sizin ne düşündüğünüzü bilmiyorum, fakat ben inanıyorum” dedi..
Analizci, cümleyi çözememişti “Neye inanıyorsunuz?”
Uzaylıların çok yıllar evvel de bizi ziyaret etmiş olduğuna”
“Nasıl vardınız bu sonuca, binbaşı?”
“Geçmişten bugüne erişmiş pek çok işaret var.”
Astrofizikçi, elini tekrar sakalına götürüp alaycı bir üslupla sordu:
“Mısır piramitleri gibi mi?”
“Evet
“Bunun hiçbir anlamı yok, komutan” deyip dudağını büktü, astrofizik uzmanı.
Binbaşı, meraklanmıştı. “Açıklar mısınız?”
“O piramitler, nasıl yapıldıklarından içerdikleri ilginç astronomik bilgilere kadar oldukça etkileyici bir soru yelpazesine sahip. Bunu inkar etmiyorum. Fakat dünya dışı yaratıkların ziyaretine dair en küçük bir kanıt dahi taşımıyorlar. Taşımadıkları gibi insanüstü de değiller. Olağanlığın üst sınırındalar; daha ötesinde değil.”
Analizci, kulaklıklı adama dönüp alçak sesle sordu:
“ Yeni bir şeyler var mı?”
Kulaklıklı adam, umutsuzca başını sallayıp “Uyku saatleri herhalde” diye karşılık verdi.
O sırada binbaşının kafasını meşgul eden başka sorular belirmişti.
“Peki ya Nazca’daki şekillere ne diyeceksin?”
‘Pek çok şekilde açıklanabilirler, ama UFO’larla falan ilgisi yok”
“Yok mu! Nasıl olmaz. O kadar düzgün ve büyük çizilmişler ki ancak üç bin metre yukarıdan bakıldığında ne oldukları anlaşılıyor. Sence bunun amacı, hava gemilerine yol göstermekten başka ne olabilir ki?”
Astrofizikçi, bir yandan sakalını ovuşturuyor diğer yandan da başını sallıyordu gülümseyerek. Zira, Nazca’da yaptığı araştırmalar onu bu konunun ustalarından biri haline getirmiş ve binbaşınınkine benzer soruları yüzlerce defa cevaplamak zorunda kalmıştı. Hem yıllardır aynı cümleleri papağan gibi tekrarlıyor olmanın yarattığı sıkıntı, hem de karşısındakinin bir bilim adamı olmayışı nedeniyle çok yüzeysel konuşmaya karar verdi:
“Bakın binbaşı, çöldeki o çizimlerin pek çok amacı olabilir. Çağın astronomlarınca hazırlanmış bir yıldız haritası, bir arkeolojik takvim, bir tür dini sembol ya da çılgın bir hükümdarın çocukluk fantazisi. Bu varsayımlara ilişkin bazı kanıtlar var elimizde ama açıkçası dünya dışı yaratıklarla ilişkin, değil kanıt, kanıt olmaya aday bir bulguya dahi rastlamadık. Üstelik şekillerin çakıl taşları ile oluşturulmuş olması da bizim varsayımlarımızı kuvvetlendiriyor. Ta bilmem nereden gelebilmiş bir dünya dışı medeniyet, pekala gece uçuşlarını da dikkate alabilirdi”
“Ama daha değişik olaylar da var!” dedi, binbaşı. Astrofizikçi, yeni bir sigara yakıp ayaklarını masaya uzattı. Sonra da bir kaşını kaldırıp kendinden emin bir biçimde konuşmaya başladı.
“Hepsi aynı. Diğerlerinin Nazca’dan bir farkı yok. İngiltere’deki Stonehenge, Pasifik’teki Doğu Adası, Tiahuanaco, Atlantis hikayeleri, Tunguska üzerine söylenenler.... Hepsinin ortak yanı tam olarak açıklanamayışları. İnsanların böyle durumlarda insanüstü varlıklara başvurmak gibi eski bir alışkanlıkları vardır, binbaşı. Ben, geçmişte uzaylılar tarafından ziyaret edildiğimize inanmıyorum. Çünkü elimizde kanıt yerine sadece şüpheler var. Şüphe ise bulanık su gibidir; bulanıklığa neden olan şeyi çekip almadıkça dipte ne olduğunu göremezsiniz.
Açıklamayı büyük bir ciddiyetle dinlemişti, binbaşı. Gözlerini masasının üzerindeki kitaba kaydırıp birkaç saniye öylece kaldı. Ardından da tereddütlü bir biçimde “Araştırma yapmanın nedeni şüphe değil midir?” diye sordu.
Astrofizikçi ukalaca sırıtıp “Ben ‘neden’ diye sorduran şüpheleri değil, sonuçlardaki şüpheleri kastetmiştim, binbaşı” dedi.
Telefonun yüksek sesi, bir anda bütün dikkatleri dağıtıvermişti. Binbaşı, ikinci çalma sesini beklemeden kaldırdı ahizeyi.
“Komutanım Hava Kuvvetleri Komutanı arıyor”
“Bağlasana geri zekalı, ne bekliyorsun!”
‘Binbaşım”
“Sizi dinliyorum komutanım”
“Orada durum nasıl?”
“Herşey yolunda komutanım”
“Köpeğime iyi bakıyorsunuz değil mi?”
Bir dinleme riskine karşı şifreli konuşuyorlardı. Ne de olsa, farkedilebilir boyutta bir gemi onca uydunun arasından geçip yere çakılmıştı. Ruslar da, Amerikalılar da muhtemelen durumun farkındaydı ve partiye katılmak için sabırsızlandıkları kesindi. Gerçi, ileri bir teknik uygarlığın pilotunun ‘köpek’ şeklinde kodlanması da insanoğlu adına hoş sayılmazdı.
“Şimdi uyuyor efendim”
“Güzel.. Benim için mesaj var mı?”
“Beklediğiniz mesaj henüz gelmedi, komutanım”
“Dinleyin Binbaşı. 17.Bölgenin masraflı olduğunu düşünenler var. Böyle giderse kapatırız’ diyorlar. Kayda değer bir şey olur olmaz ara beni”
“Emredersiniz, komutanım”
Binbaşı, düşünceli bir ifadeyle kapattı telefonu. Odadakilere dönerek;
“Faturaların Kabarmasından hoşlanmıyorlar anlaşılan” diye söylendi.
“Onlar böyledir. Önlerine fatura koyana kadardır melek görüntüleri” dedi analizci , somurtarak.
Odanın diğer köşesinden “Yemek istiyor, efendim” diye seslendi üsteğmen.
“Uyandı mı?”
“Evet efendim, yiyecek düğmesine bastı biraz önce”
“Gidip görevlilere haber ver. Sen de yanlarından ayrılma” deyip eliyle çıkmasını işaret etti binbaşı.
O esnada analizci de ayağa kalkmış dolanıyordu odada. Bir taraftan da gözlerini ovuşturuyordu uykusunu açmak için. Kahve makinesinin önünde durup odadakilere döndü: “Kahve isteyen var mı?”
Astrofizikçi elini kaldırarak “Şekersiz olsun” dedi. Arkasın dan da diğerlerinin sesleri yükseldi:
“İki şekerli”
“Benimki de şekersiz.”
Analizci gülümseyerek “Ne yani, birisinin kalkmasını mı bekliyordunuz? O koca gemi ‘tabi’ uzaylı yalan söylemiyorsa buraya indiğinde işleri halletmek için aramızda kura mı çekeceğiz? Ölmüşsünüz siz” dedi şakacı bir tonlamayla.
Radyo dalgaları uzmanı, kulaklığını yine boynuna asıp iyice yayılmıştı koltuğuna. Bir yandan da söyleniyordu “Allah’ın cezaları! Gelecekseniz gelin artık. Ya da ‘İşimiz çıktı; falanca gün uğrayacağız’ gibi bir mesaj yollayın!”
Adamcağızın ne kadar yorgun olduğunu anlamak için gözünün altındaki halkalara bakmak yeterli olurdu herhalde, ama diğerleri de ondan aşağı kalmazlardı. Aralarındaki fark, yalnızca halkaların sayısıydı.
Birkaç dakikalık sessizlikten sonra:
“Yani diyorsunuz ki, geçmişte Tek bir uzaylı bile gezegenimize uğramadı, öyle mi?” diye sordu binbaşı. Kolay tatmin olan bir adam değildi. O esnada, analizci de bilgisayarı karşısına oturmuş sıkıntılı bir biçimde kahvesini yudumluyordu.
Elinde kalan kılları temizledikten sonra “Tam olarak öyle söylemedim” dedi, astrofizikçi. Ama binbaşı, cümlenin devamını bekleyecek kadar sabredememişti “Söz konusu olan sadece üç-beş örnek değil. Sizin saydıklarınız herkesçe bilinenler. Ya diğerleri nasıl izah edilebilir. Dinazor neslinin aniden tükenivermesi ve Tibet’te bulunan toplu mezarlar, eski Hint kitapları, Mahabharata destanında anlatılan savaş, Sümer ve Asur tabletlerinde rastlanan o ‘yemek yemeyen, su içmeyen’ yaratıklar, Lut efsanesi, ayrıca mağara resimleri ve şu an aklıma gelmeyen diğer yüzlercesi”
“Bakın binbaşı, tam üç yıl NASA’da çalıştım. Ve birçok araştırmaya katılıp hatırı sayılır derecede önemli projelere de imza attım. Bahsettiğiniz olayların hepsini ayrıntılarıyla biliyorum, fakat bunların çoğu o kitapları yazanların kişisel fantazileri ile epey abartılmış şeyler. Hatta içlerinde tamamen uydurma hikayeler bulunduğunu da söyleyebilirim.” -
Analizci, masasına hafif bir yumruk indirip ayağa fırladı. Sıkıldım bu saçma sapan frekanslarla uğraşmaktan” diye kendi kendine söylenip çekmecesinden çıkardığı iskambil tomarını masaya koydu “Var mı poker oynayan?”
Binbaşı, bunun kurallara aykırı olduğunu biliyordu, ama analizciye hak vermiyor da değildi. Onun için aldırmamayı yeğlemişti.
Radyocu, ağzındaki sandviçin izin verdiği ölçüde “Gel de seni biraz soyayım” deyip masasına davet eti.
Astrofizikçi ise bir sigara daha yakmıştı. Birkaç kez öksürdükten sonra kaldığı yerden devam etti.
“Bu, sadece zayıf bir ihtimal diyorum ben. Hiç gelmediler diyemem fakat geldiklerine dair kanıt olmadığını hesaba kattığımda ‘gelmemiş olmalılar’ diyorum. Bana göre, dünyanın ilk yabancı konuğu şu an odasında yemek yiyor.... Uzun lafın kısası, bizim için, kanıtlar olması önemlidir, binbaşı”
“Belki kanıt vardır da bizim haberimiz yoktur
“Amerika’daki en gizli arşivleri bile inceden inceye taradım ben. Tek kelime dahi yok!” deyip sigarasından bir nefes çekti “Yetkilerimi istismar etmediğimi söyleyemem. Ancak, inanın bu soruların cevabını sizden çok daha fazla merak ediyordum o zamanlar.”
“Ya şimdi?”
“Bir delil olmadığı sürece bu konuyla ilgilenmemeye karar verdim. Çünkü şüphelerin sonu yok.”
“Anlıyorum” diyerek başını sallıyordu, binbaşı.
O sırada odanın diğer yanından zaman zaman şiddetlenen konuşmalar işitiliyordu.
“Kaç kart aldın?”
“Baksaydın dostum.”
“Seni bile zor görüyorum ben. Söylesen ne olur?”
Tamam, tamam. İki kart aldım”
“Bana üç gibi gelmişti, ama öyle olsun.”
Odaya önce üsteğmen girdi, ardından da uzaylı. Yaratığın vücudu bol miktarda hava keseciği içerdiğinden bir insan kadar rahat hareket edemiyordu. İnsan benzeri bir anatomiye sahipti, ama kol ve bacakları hem ince hem de çok kısaydı. Küçük gövdesinin üzerinde ise vücuduna oranla hayli iri olan kafası bulunuyordu. Şeklen biraz farklı olmak üzere gözleri, kulakları, ağzı ve burnu da vardı. En çok dikkat çeken özelliği ise derisinin yer yer kabarık ve çirkin görünüyor olmasıydı. Ayrıca o yemyeşil teni, bitki kökenli olabileceği şeklinde tuhaf bir intibaya neden oluyordu.
Yaklaşık üç aydır, 17. bölgedeki bu katta misafir edilmekteydi ve bu süre içinde hem çok şey öğretmiş hem de öğrenmişti. Konuşmayı öyle güzel beceriyordu ki, sadece sesini duyanlar, bir uzaylı ile konuşuyor olduklarına asla inanamazlardı.
Daha kapıdan girer girmez sordu:
“Bir işaret var mı?”
“Hala yok” diye yanıtladı, binbaşı.
“Sence ne zaman gelirler?” diye sordu, astrofizik uzmanı. Uzaylının gözleri, poker oynamakta olan diğer iki bilimciye takılmıştı. O tarafa yönelip “Mutlaka gelirler” diye mırıldandı. Yaratık. İki haftadan beri uyku ve yemek dışındaki zamanını, uzmanların çalıştığı odada geçiriyordu.
Bazen sessizce oturup etraftakileri seyreder, bazen de uzun sohbetlere katılır; kendince değerli bulduğu hatıralarını anlatırdı. Uzmanlar, uzun süre uyuduğunda eksikliğini hissedecek kadar alışmışlardı ona. Uzaylıya eşlik etme görevi üsteğmene verilmişti, ama daha az beraber olmalarına karşın en iyi anlaştığı kişi analizciydi. Şimdi de onun yanına bir sandalye çekmiş dikkatle oyunu takip ediyordu. Ancak dikkatini toplamış olan tek kişi o değildi. Bir de binbaşı vardı. İki-üç dakikadır yavaş adımlarla adayı dolanıyor kimi zaman yüzünü buruşturup belirsizce mırıldanıyor kimi zamansa kaşlarını çatıp birkaç saniyeliğine duruyordu. Fakat bu seferki duruşu uzun sürmüştü. En sonun da yörüngesinden ayrılıp kendisi gibi gezintiye çıkmış olan astrofizikçinin yolunu kesti.
“Bu konuda benden çok daha bilgili olduğunu kabul ediyorum, ama aynı zamanda ateş olmayan yerden de duman çıkmaz diyorum”
Astrofizikçi, binbaşının ısrarına anlam verememişti, ancak sırf merak ediyor diye kırmak da istemiyordu adamı.
“Bakın binbaşı, düzü de tersi de ispatlanamayan türden bir tartışmadır bu. Aramızda önemli bir anlaşmazlık var: Siz ‘inanıyorum’ diyorsunuz ben ise kanıt istiyorum.”
Uzaylının sesi, bir tabanca gibi patlamış tüm gözleri o tarafa çevirmişti bir anda:
“Blöf yapıyor!”
Analizci de uzaylıyla aynı fikirdeydi “Evet, blöf yapıyorsun!”
Uzaylı, sinsice sırıtıp (Böyle sırıtmayı analizciden öğrenmişti(!) “Hiç kart almayıp kent görüntüsü yarattın. Halbuki elinde hiçbir şey yok!” dedi.
Analizci, atıldı hemen “Restini gördüm, neyin var?”
O sırada binbaşı ile astrofizikçi de masanın başına gelmiş merakla sonucu bekliyorlardı.
Radyocu, yüz ifadesini hiç bozmadan kartlarını açtı “Kare Vale” diye de ekledi. Oysa analizcinin elinde sadece üç kız vardı. Ve bu işe çok sinirlenmişti “Hani blöf yapmıştı” diye bağırdı uzaylıya. Uzaylı ise hiç istifini bozmadan “Öyle sanmıştım. Zaten eskiden beri beceremem bu oyunu” diye karşılık verdi.
Bir anda herkesin kafası allak bullak olmuştu. Hiç kimsenin çıtı çıkmıyor, şaşkın şaşkın birbirlerine bakınıyorlardı. Öylece geçen on-onbeş saniyeden sonra donuk bir sesle “Bu oyunu ne zamandan beri oynuyorsun?” diye sordu binbaşı.
“Çocukluktan beri oynarız”
Analizci iyice afallamıştı “Yani sizin gezegende de Poker oynandığını mı söylüyorsun”
“Siz de mi Poker diyorsunuz” diye atıldı uzaylı.
Ardı ardına “Evet” sesleri yükseldi.
“Ama biz e harfini daha uzun söyleriz” dedi uzaylı. Anlaşılan, daha önce de benzer durumlarla karşılaşmıştı. Zira pek şaşırmış görünmüyordu.
Astrofizikçi, titreyen sesine rağmen soruyu tamamlayabildi:
“Nereden biliyorsunuz bu oyunu?”
“Sanırım birkaç bin yıllık geçmişi var. İlk kimlerin çıkardığını bilmiyorum..... Peki siz nereden biliyorsunuz?
Hepsinin de yüzünde aptalca bir ifade vardı ve şuursuzca birbirlerine bakınıyorlardı.

SON


“Gözlerin alışkanlıklarıyla kafalar da herşeye alışır. Her an görmekte olduğumuz şeylere şaşmayız; nedenlerini aramayız onların”
Cicero

(Falcının Ölümü, 1992, Selvi Yayınları, Ankara)
 
Kanayan Yara

Ve sen gelmiştin. İlk defa birisi düşlerime ortak olmuştu. Küçük bir bebeğin
kalbi gibi hızlı hızlı atıyordu kalbim. Her atışında sen vardın, ismini her
andığımda yüzümde bir tebessüm beliriyordu. Yarınlarımdan endişe
duymuyordum, korkmuyordum artık. Çünkü bu günümde sen vardın yarınımdan emin
olmadığım için seninle sadece bugünü yaşıyordum.
Aşk ansızın girmişti hayatıma ve her şey öyle değişmişti ki şaşırdım tüm bu
olanlara. İçimdeki tüm karamsarlıkları alıp o hiç kimsenin başaramadığı umut
tohumlarını ekmiştin yüreğime. Hoş geldin sevgilim hoş geldin. Aşka dair ne
varsa yaşanması gereken hepsini yaşatıyordun bana. Senden başka herkes öyle
yabancılaşıyordu ki bende her yerde, her şeyde sen oluyordun.
Umut tohumları büyüyordu yüreğimde. Günler ise akıp gidiyordu. Tüm yaşanalar
hayel gibiydi öyle çok seviyordum ki seni korkuyordum bu sevdadan. Yavaş
yavaş yayılıyordu düşüncelerime korkular. Ve tüm korkulara, endişelere
teslim olmuştu aklım. Söylediğin her kelime yüreğimde binlerce kez
yankılanıyor ve ardından bugüne kadar hiç yaşamadığım o tarifsiz acıyı
yaşatıyordu. Nasıl bir acıydı ki bu tüm bedenimde hissediyordum. Canım
öylesine yanıyor yine de bir damla yaş akmıyordu gözlerimden. Aşk alıp
başını gitmişti. Gözlerim açıldı gördüm tüm gerçekleri. Meğer sen hiç
gelmemişsin bana. Hiç olmamışım gözlerinde, yüreğinde, hayatında. Öylesine
birisiymişim hayatında, bir veda bile etmeden çekip gittin.
Ve sen gitmiştin. Ardında canlı bir enkaz bırakarak. Attığın umut tohumları
yeşermekteyken soldular. Bugünler yarınım oldu. Yine karamsar yine umutsuz.
İşte o korktuğum yarınlarımdayım şimdi sensiz. Tüm umutlarımı dönüşüne
bağladım, olurda pişman olup dönersin diye. Gidişinin üzerinden yıllar
geçti ama acılarım hala ilk günkü gibi canımı acıtıyor. Her şey bitmedi daha
yüreğimde, söküp atamadım hayatımdan gözlerini. Kalbimin kapılarını çaldılar
girmek için. Öyle bir çarpıp çıkmıştın ki kalbimden kapılar ebediyen
kilitlenmişti. Kimseler açamadı bu gönül sarayımın kapılarını, kimseler
alamadı yerini. Öyle çok sevmişim ki seni tüm yaptıklarına rağmen sevdiğimi
söylüyorum tüm dünyaya. Evet seni seviyorum değerini bilmesen de bu koca
sevdanın yine seni seviyorum.
Her an sevdim seni, bir saniyeyi bile sensiz geçirmedim. Öyle bir yaraydın
ki yüreğimde her gün kanadın, her gün canımı yaktın ama ben yine de
vazgeçmedim senden, sevgimden, umutlarımdan.
Oysa şimdi kimselerin bilmediği saklı bir yarasın gönlümde.
 
Kalp Tutsağı

Elimi uzatıp dokunacağım kadar yakınsın bana, sesimi duyamayacak kadar uzak.. Ne seni görmeden geçiyor zaman ne de zaman seni görmeye yetiyor.. Bir zaman geliyor, görüyorum, bakıyorum.. Tam geleceğim an yanına yok oluyorsun.. Ya ben görmüyorum seni, ya sen bana gözükmüyorsun. Bir zaman geliyor yanımdasın. Uzatsam elimi dokunabileceğim kadar yakın. Bakıyorum gözlerine. Anlatmak istiyorum sevgimi, bakıyorsun bakıyorsun ve gelip geçiyorsun. Ya anlamıyorsun sana olan sevgimi ya da sevgiden kaçıyorsun. Ama sevgiden kaçılmaz ki. Aşk yakaladığı zaman, bütün bedenini sarar. Hapseder seni adeta. Hiçbir şey güzel gelmez! Ondan başka hiçbir şey mutlu etmez seni. Bir tek kelime duysan ondan sana ait, bulutun üstünde hissedersin kendini. Kilitler seni kalp tutsağında, imkansız artık kaçamazsın. Sevdiğinden kaçabilirsin ama onu sevmeden edemezsin. Bir kere kalp tutsak etmiş seni, çıkmak için çaba harcama çıkamazsın. Eğer bir gün gelip çıkmak istersen, kalp tutsağından o zaman ruhun da bedenden çıkar unutma! Çünkü sevgi o kadar büyüktür ki unutamazsın.. Unutmak için harcanan çabalar boşadır. Seviyorsan inkar etmeyeceksin. Üstüne üstüne gideceksin ki sevginin sen ondan kaçacağına o senden kaçsın bu kadar büyük bir aşk görmediği için, korktuğu için kaçsın. Bu kadar büyük bir aşkı ilk sen yaşadığın için mutlu olacaksın. Sevdiğinle olduğun için mutlu olacaksın. Seni sen yapan değerleri bulduğun için mutlu olacaksın
 
Kalbini Kuşlara Veren Çocuk


‘’Tanrı kuşları sevdi ağaçları yarattı
İnsan kuşları sevdi kafesleri yarattı’’
Jacgues Deval

Bir varmış bir yokmuş, adı sanı bilinen zamanın birinde, dağlardan kopup gelen çağlayanların arasında şirin mi şirin küçük bir köy varmış. Her bahar geldiğinde bir başka güzel olurmuş buralar. Doğaya bin bir canlılık gelir, bir başka güzel akarmış dereler. Arılar, kadife kanatlı kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan dala uçuşurmuş türkü gözlü kuşlar… Bir efsaneye göre güneş en güzel orada gülermiş çocuklara, oraya dökermiş ışığının en güzel renklerini. Yeryüzünün en güzel bitkileri, çiçekleri, hayvanları da oralıymış. Gökyüzünde her gece yıldızların düğünü olur, her sabah bir sevincin şöleni başlarmış. Düş mü? gerçek mi? pek ayırt edilemezmiş, etrafını çevreleyen dağlar öylesine görkemli dururmuş ki, doruklarında gökyüzü hep mavi ve engin bir denizi andırırmış. Eteklerindeki derin vadiler boy boy hayvanlar barındırır, onlara analık eder ve !
bütün kötülüklerden korurmuş…
En vahşi hayvandan, en sessiz böceğe kadar tüm canlılar kardeşce geçinirmiş. Bir yeşil halı gibi yerleri kaplayan çimenler, nereden çıkıp, nerede tükendiği bilinmeyen pırıl pırıl sular, rengarenk çiçekler ve türlü boyalı kuşlarla bu eşsiz yer, bir başka yaşama sevinci verirmiş insanlara. İşte bu yörede zeki mi zeki, akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. Deniz adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları, kuşları, çiçekleri, ağaçları yani doğadaki güzel olan her şeyi ve birde herkesin masal anası ismini verdiği bilge ninesini çok severmiş. O bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız, doğadaki tüm varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir öfke ve acı duyarmış. Bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. Çünkü Deniz ninesinden hep emeği, yardımseverliği, rahmetli olmayı, sevgiyi, iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu, temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmişti.
Deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında koşuşup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz nerede solmuş sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir, koklayıp okşayıp yeşertirmiş. Her şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular hışırtısız akarmış. Deniz sadece kuşlarla konuşmazmış. Köylülerin söylediklerine göre, o bütün hayvanların dillerinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir. Birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermiş.
İşte Deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış çiçekleri. Kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da orada başlamış. Küçücük yüreği dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış. Bu güzel çocuk yaşamına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş. Hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. Onun bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece iyilik düşünürmüş.
Ve bir gün Deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış. Kuşların ötüşü, serin suların çağlayışı kulakları okşayıp yüreklere dökülürken, çiçekler solumalarını sıklaştırmış. Bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, Deniz’ i uğurlamışlar ; iyi yolculuklar dilemişler. Ninesi o kadar çok üzülmüş ki, sözcükler onun ayrılık acısını anlatmaya yetmemiş. Hiç bir canlının başka bir canlıya veremeyeceği ve hiç bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle basmış bağrına. İçi ılık ılık duygularla dolup kabarmış, o yaşlı yüreğine ince ince çağlayanlar akmış da, yangısını söndürememiş. Torunu uzaklaşıncaya dek çırpınan yaralı bir kuş kanadı gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar mırıldamış. Deniz uzaklaşır. Uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu özlemeye başlamışlar. Bu sevginin kaynağı neredeymiş, neymiş kimse akıl erdirememiş.
Deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar görmüş: görünce de ağzı bir karış açık kalmış, zira köyünü çevreleyen dağların ötesini hiç mi hiç bilmezmiş.
Deniz uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş, temiz ve bakir bir doğa ortamında yaşarken, babası onu alıp uzak bir ülkeye götürmüş. Bu ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı gök gözlü güzel çocukları varmış. Ancak getirildiği kent beton yığınları ile kaplı, soluk alamayacak derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış. Doğup büyüdüğü yerlere hiç benzemediği gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından çıkan, kirli kara bir duman abanırmış kentin üstüne. Kent soluk alamazmış. O zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak lambaları bile zar-zor ışıldarmış. Burada insanlar kendilerini kalın beton duvarlar arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar. Kafesteki kuşlar aç değilmiş ama özgürlükleri yokmuş. Saksıdaki çiçekler susuz değilmiş ama doğal güzellikleri kalmamış. Çiçeklerin renkleri ve kokuları, kuşların ötüşleri yapaymış. İnsanların neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da .
Okula başlamış Deniz. Sınıflar çocuk doluymuş, ancak Deniz yalnızmış, bir türlü alışamamış kalabalıklara, kent yaşamına… Yitirdiklerini ararmış Deniz, gözünde tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar,yeleleri rüzgarda savrulan atlar, koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği. Onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. Bir tren geçermiş Deniz’in özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. Kimi zaman özlemi dayanılmaz bir hal alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. Deniz’in bu durumuna öğretmeni çok üzülürmüş. “ Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun bu günler çabuk geçer buraya da alışırsın” diyerek Deniz’ i teselli etmeye çalışırmış. Ama o dalgınmış, bilincini yitirmişçesine boş boş bakarmış etrafına. Artık düşüncelerinin içinde öyle eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.
Bir de Deniz’ in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. Neden kuşların, çiçeklerin özgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslere ve saksılarda tutsak olarak yaşatırlar? Kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için yaratılmamıştı ki? Acaba bütün bu haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve basit bir doyum duygusu için miydi? Peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı, ya çocuklar niçin kayıtsız kalıyordu? Onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü için neden bir çaba harcamıyordu?
Deniz bu sorunları günlerce düşünmüş; çiçeklerin saksılara, kuşların kafeslere konulmasına bir anlam yüklemeye çalışmış, ama becerememiş. Gün geçtikçe suskunlaşmış, konuşmaz gülmez olmuş ve yemeden içmeden kesilmiş. Sanki uzak diyarlarda dilsiz, kolsuz, kanatsız kalmış. Gitgide içine kapanmış, yapılan bu haksızlıklara öfkelenmiş,ancak bağırıp çağırmamış,suskunlukla direnmiş.
Derken bir gece hastalanmış Deniz. Günlerce ateşler içinde yatmış, yatarken de köyünü sayıklamış, uyanıkken Perihan ninesini hayal etmiş. Ninesi yine ona öğütler vermiş, destek olmuş yalnızlığında , yol göstermiş. Ninesi Deniz’e “ Konuş Deniz’im , yine göz kırp yıldızlara, çiçeklere gülümse, gülücükler dağıt, göster sevgi dolu yüreğini herkese. İyi olmalısın sen, hastalanırsan üzülürüz. Yaşlı yüreğim dayanamaz acına. Sonra bütün kuşlar da üzülür; dağlar, taşlar başlar ağlamaya. Yerin kulağı duyar olup biteni, bütün ormanlar yas tutar. Menekşeler sulara döker kirpiklerini, sular acı keser, acı yolları…” dermiş. Sonra bir an duraksar, yorgun ciğerlerini soluklandırır ardından Deniz’in saçını okşar, konuşmasını yine sürdürürmüş.
Ama Deniz onun söylediklerinin çoğunu duymaz, atların kişnemeleri, kuzuların melemeleri arasında rüyalara dalarmış. Köyünde iken her akşam yatmadan önce, ninesi Deniz’e kuşlar, çocuklar ve çiçeklerle ilgili masallar anlatırmış. Sonra. “o yıldız senin, bu yıldız benim” diye ninesiyle yarışır, gökyüzünün sonsuz ışıltısına bakar, uyurlarmış. Oysa Deniz bu kente geleli bir yıldız bile görememiş.
Günler sel gibi haftalar yel gibi geçip gitmiş. Deniz iyileşip eski sağlığına kavuşmuş,ama özlemi hiç mi hiç dinmemiş.Nereye gitse özlemini de oraya götürmüş.Zaman zaman özlemi içinde onulmaz bir sızı olur depreşir.Ne yapsa ne etse önüne geçemezmiş.
Deniz zeki, enerjik, başarılı ve itinalı bir çocukmuş. Ögretmenleri onun bu niteliklerini yararlı bilgi ve sağlıklı bir çevre bilinciyle dengede tutmak için yoğun bir çaba içine girmişler. Deniz de yavaş yavaş okul yaşamına alışmış. Bu nedenle öğretmenleri iyi bir şey başarmış olduklarını düşünerek gönenmişler, kıvanç duymuşlar. Çünkü Deniz en zor meseleler üzerinde bile inanılmaz ölçüde düşünceler üretir, günlük ders ve ödevlerini büyük bir istekle hazırlar, olumlu taraflarını geliştirmeye çalışırmış.
Deniz her zaman sevimli, duygulu, insanları kırmamaya özen gösteren, herkesin yardımına koşan bir çocuk olduğunu göstermiş. Onun doğa sevgisi ve bilgisi de herkesin dikkatini çeker ve bu güzel nitelikleri çevresinde sevilmesini sağlarmış. Hatta, onun bu özelliklerini öğretmenleri diğer çocuklara anlatıp, örnek gösterirmiş. Anne ve babası da Deniz’ i bu meziyetleri nedeniyle dünyanın en akıllı çocuğu olarak görürlermiş.
Deniz bir yandan çevresine uyum sağlamaya diğer yandan da kendine yeni uğraşlar edinmeye çalışıyormuş. İşte o günlerde, evlerinin önüdeki küçük bahçeyi düzenlemek aklına gelmiş ve şimdiye kadar bunu düşünemediği için de kendine kızmış. O günden sonra en büyük uğraşı bahçesi olmuş. Oraya çeşitli bitkiler dikip, çiçekler ekmiş. Bahçesindekiler de boy verip renklenince bütün boş zamanlarını onlara bakmakla geçirir olmuş. Çiçeklerin yanında mutlu olurmuş ya yine de içten içe hüzünlenirmiş. Çünkü, Deniz bu insanları anlamıyormuş. Onlar, kendilerini doğadan uzak, beton duvarlar arkasına kapattıkları yetmiyormuş gibi kuşları da kafeslere tıkmışlardı…
Her şey bir yana da ya o büyük kentlerin meydanlarında gördüğü sürü sürü tembel güvercinlere, kirli kanal sularında nazlı nazlı yüzen kuğulara ne demeliydi? Böylesine kanatları olur da, kentlerin o pis havasında, suyunda nasıl dururlardı? Uğuldayan iş makineleri, göğü kirleten fabrika bacaları, araba sesleri, eksoz dumanları, müzik diye zangır zangır bağıran hoparlörler ve estetikten uzak, çirkin apartmanların arasında nasıl yaşanır? Deniz bu soruları durmadan sormuş kendine, ama yanıt bulamamış. Çocuk aklı anlamaya, yanıtlamaya yetmemiş bu soruları.
Ve günün birinde öfkesi öylesine büyümüş ki, gidip babasının onarım işlerinde kullandığı keskin mi keskin testereyi alıp, fırlamış sokağa. Kafes gördüğü ilk eve dalmış ve buradaki kafesi kesmiş. Ve günden sonra, her gece evlere girip, kafeslerin çubuklarını keserek kuşlara özgürlüklerini vermeye başlamış. Deniz’ in bu yaptıkları kafes sahiplerini çılgına çevirmiş tabi. Günlerce gazetelere ilanlar verilip, duvarlara afişler asılmış. Radyo ve televizyonlarda duyurular yayınlanmış. Bu yayınlarda, “Korkunç ve affedilemez suçu işleyen canavar” hakkında bilgi verenlerin ödüllendirileceği açıklanıyormuş. Ancak Deniz yılmamış. Yine her fırsat bulduğunda evlere, bahçelere girip kafesleri kesmeye devam etmiş. O ülkeyi yönetenler çok kızmışlar bu işe, kentin bütün polisleri bu kafes canavarını yakalamak için yarışa girişmiş, günlerce pusu kurup beklemişler. Ama bu bir sonuç vermemiş. Bir defa polis, asker bütün ülke düşmüş bu kafes canavarının peşine. Yine günler, haftalar, aylar geçmiş ama yakalayamamışlar.
Deniz, bir akşam yine elinde testeresiyle büyükçe bir eve girmeye çalıştığı sırada pusu kuranlar tarafından yakalanmış. Ve bu haber ülkenin her yanında bomba gibi patlamış. Gazeteler Deniz’in boy boy fotoğraflarını basmış, televizyonlar çeşitli görüntüleri getirmiş ekranlarına, radyolar ise her haberinde duyurmuşlar. İlgililer ise bu “canavarın’’ yakalanışına müthiş sevinmişler. Günlerce süren şölenler düzenlenmiş, bayram gibi kutlamışlar bu başarılarını.
Ama bu sevince katılmayanlar da varmış: ülkenin altın saçlı, gökgözlü, güzel çocukları Deniz'in yakalanışını üzülerek karşılamışlar. Topluca göşteriler düzenleyip yönetimi protesto etmişler. Özgürlük istemişler. Deniz özgür olsun demişler.
Ancak çocukların bu çığlıklarını sağır yürekler duymamış. Mahkemeler kurulmuş, kurullar toplanmış, dünyanın dört bir yanından pedagoglar, psikologlar, bilim adamları çağırılmış. Herkes Deniz’in işlediği suçun nedenini araştırmaya koyulmuş.
İlk gece, polis merkezinde, üşüyüp ağlayan Deniz’in gözünü uyku tutmamış. Yaptıklarını ve kendisine yapılanları düşünmüş. Kendince suç kavramını sorgulamış ve “kim suçlu?” sorusuna yanıtlar aramış. Kafeslerini kırdığı ev sahiplerini düşünmüş, özgür kalınca kanatlarını sevinçle çırpan minik kuşları…
Sonra arkadaşlarını, öğretmenlerini, anasını ve babasını, ninesini düşünmüş. Yüreği sızlamış Deniz’in hepsini de özlediğini anlamış. Ertesi gün ziyaretçileri olmuş Deniz’in. Öğretmenleri ve okul arkadaşları gelmiş, renk renk çiçekler, çeşitli hediyeler verip onu teselli etmeye çalışmışlar. Ziyaret saati bitince de boynu bükük gitmişler. Ardından bütün ülkenin sarı saçlı, gökgözlü çocukları Deniz’e üzüntülerini belirten kartlar, mektuplar göndermişler. Ama kurulan mahkeme çok acımasızmış. Çocukların protestosunu da hiç önemsemiyormuş. Deniz’i diğer çocuklara da kötü örnek olmasın diye cezalandırmak istiyormuş yargıçlar.
Deniz, uykusuz geçirdiği bir gecenin verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalmış ve dalar dalmaz da başlamış rüyalar görmeye. Rüyada yaşlı bir ninecik oturmuş bir pınarın başına, Deniz’ e “körler ülkesi” masalını anlatıyormuş, ama bu bilge ninesi değilmiş. Rüyadaki ninenin anlattığı masal şöyleymiş;
‘’Evel zaman içinde, kalbur zaman içinde, dünyanın bir yerinde, bir baba ile oğul varmış, bunların fazlaca bir dertleri yokmuş; işleri, aşları onları kimseye muhtaç etmezmiş. Ama babanın bir sorunu varmış; oğlunun eğitimsizliği ve cehaleti. O devirlerde ne oğlunu gönderebileceği bir okul ne de ders verebilecek öğretmenler varmış. Okul ve öğretmenler yokmuş ama çocuk dünyayı tanımalı ve bilmeliymiş. Çünkü babanın inancı, “Alimler gözlüdür, Cahiller ise kör’’ biçimindeymiş. Sonuçta baba karar vermiş; oğlunun gözü açılmalı, dünyayı görüp tanımalıymış. Baba ile biricik oğlu bilinmeyen ülkelere doğru yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler,sonunda bir de bakmışlar ki,körler ülkesi diye bir yere gelmişler. Olacak bu ya, tam körler ülkesine geldiklerinde, çocuk bir hastalığa yakalanmış.Eli ayağı tutmaz olmuş. Baba şaşkın, çocuk bitkin uçan kuştan medet ummuşlar. Tam o anda “korkma” diye yüreklendirmişler. Babanın etrafına toplananlar. Ve, “siz buranın körler ülkesi dendiğine bakmayın, buranın öyle becerikli bir hekimi var ki kime dokunsa hastalığından iz kalmaz” demişler. Böylece baba yatıştırılmış ve çocuk tezelden hekime kavuşturulmuş. Hekimbaşı usta parmakları ile hastasını tepeden tırnağa bir güzel yoklamış. Hemencecik de illetin nedenini bulmuş; Sorun çocuğun gözlerinde imiş. Burnun ile alnın birleştiği noktanın sağında ve solunda bulunan çukurlara gömülü, bıngıl bıngıl devinen oval iki cisimcik. Açılıp kapanan birer deri kapakla örtülü….
işte hepimizin bildiği insan gözü, illetin nedeniymiş. Hekim böyle söylemiş, teşhisi böyle koymuş. Operasyon kısa sürede bitmiş, dışarıya çıkarmışlar çocuğu. Baba bir de ne görsün, çocuğun dünyayı görüp tanıyacağı gözlerinin ikisi de yerlerinden çıkarılmış. Çünkü körler ülkesinde herkeste göz düşmanlığı varmış. Körler bilginin ışığın, aydınlanmanın en önemli aracı olan göze düşmanmış. Daha o çağlarda “aydınlık ile karanlığın, bilgi ile cehaletin” savaşı varmış. Ancak baba ve oğul geç anlamışlar bu gerçeği ve ağır ödemişler bedelini. Ve bu sonuç karşısında sanki dünya bir anda başlarına yıkılmış baba ile oğulun. Yaşam zindan olmuş, ama ne acı duyacak halleri kalmış, ne de acıya dayanacak güçleri. Acıyı acıla bastırmışlar boynu bükük’’…
Deniz gördüğü düşün etkisiyle ter içinde uyanmış. Bir korku sıkıca sarılmış boğazına. Kendini o hekimin elinde imiş gibi hissetmiş. Sevdiği onca yüzü düşünmüş, ama hiç birisini anımsayamamış, sisler arasında yalnız kalmış. Bir yerlerden ince bir ezgi çarpmış kulaklarına, çoğalan, delirten bir ezgi….Usuna babasının üzgün, perişan yüzü gelmiş, bir güvercin uçuvermiş yüreğinden, acıyla ürpermiş. Deniz’in ağzından “Baba” diye bir inilti çıkmış. Sonra gördüğünün korkulu bir düş olduğunu fark edince derin bir oh çekip rahatlamış.
Derken duruşma günü gelmiş binlerce çocuk yığılmış mahkemenin önüne, onlarca polis otosu eşliğinde Deniz mahkemeye getirilmiş. Yargıçlar sertçe bakmışlar Deniz’e Savcı iddianamesini okumuş, yargıçların en yaşlısı korkutucu bir sesle “bütün bunları neden yaptın?” diye sorular yöneltmiş. Yargıçların bütün sorularına Deniz susarak yanıt vermiş. Yargıç öfkelenmiş dağlar kadar. Deniz’i azarlamış. “Sende hiç acıma duygusu yok mu, kalp yok mu?” demiş. Deniz ise “Ben kalbimi kuşlara verdim.” Diyerek ilk ve son yanıtını vermiş. Yargıçlar kendi aralarında fısıldaşıp, konuşmuşlar. Sonuçta Deniz’in bir kuş gibi, demirden bir kafese konulup uzak ve ıssız bir ormana bırakılmasına karar verilmiş. Bu haber dünyadaki bütün kuşlara yıldırım hızıyla yayılmış. Bir çok kuş toplanıp, kanat çırpmışlar, dönmüşler gökyüzünde, sonra da hep birlikte saldırmışlar kafese, günlerce gagalamışlar ama nazlı gagaları parmaklıkları kırmaya yetmemiş. Kafesi parçalayamamışlar. Parçalayıp da Deniz’ i özgürlüğüne kavuşturamamışlar.
Günlerce düşünmüşler ve sonuçta hepsi gücünü birleştirerek. Deniz’i köyünün güzel ormanına götürmeye karar vermişler. Bütün kuşlar kanat açıp, kırk gün kırk gece, dağ demeden deniz demeden uçmuşlar. Deniz’in o güzelim köyünün ormanına ulaşmışlar. Yağmur yağdığında hepsi birden kanatlarını kafesin üstüne gerip korumuşlar. Güneş açtığında sevinmişler. Dünyanın her yerinde türlü türlü yiyecek ve çeşit çeşit kitap taşımışlar. Kuşlar her akşam kafesin etrafında toplanıp ötüşerek Deniz’i teselli etmişler. Cıvıltılarla uyutmuşlar, her sabah yeniden en güzel sesleriyle uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı söylemişler. Deniz onlara şiirler okumuş, bilge ninesinden öğrendiği masalları anlatmış, kuşlar Deniz’i anlarmış Deniz de kuşları……

İşte o gün bu gündür dünyanın bütün kuşları yavrularına kuşlara kalbini veren çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve onun içindir ki, dünyanın her yerinde kuşların yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir..
 
[/b]Kalbimin Sahibi


Genç kız feci bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Yaralı kalbi artık bu dünyaya daha fazla dayanamamaya başlamıştı. Çok zengin olan ailesi tüm gazetelere, kalp nakli için ilan vermişlerdi... Canını feda edecek birini arıyorlardı...Genç kız ise her gün hastane odasında biraz daha solmaktaydı.Yine yalnızdı odasında, gözü yaşlı, boynu bükük ölümü bekliyordu...Gözlerini kapadı, bu küçük odada gözyaşı dökmekten bıkmıştı... Yinede engel olamadı pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. Sevdiği geldi aklına, fakir ama onu seven sevgilisi... Her gün aynı şeyleri düşünüyor, anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu... "Param yok ama sana verebileceğim sevgi dolu bir kalbim var" demişti delikanlı... Genç kızda zaten başka bir şey istemiyordu...Sevgiye muhtaç biri, sevdiğinin sevgisinden başka ne isteyebilirdi ki... Ama olmamıştı işte, dünyalar kadar olan sevgilerinin arasına, o lanet olasıca para girmeyi bilmiş, onları ayırmıştı... İşte paranın geçmediği zamanlara gelmişlerdi.. Ne önemi vardı artık? Şu son günlerinde, sevdiği yanında olsa yeterdi...
Ayrılıklarından bu yana 5 bitmeyen, çile dolu yıl geçmişti...Her günü zehir, her günü hüsran...Ama genç kız hep sevgisini yüreğinde taşımış,kalbini kimseyle paylaşmamıştı. Sevdiğini düşündü işte o an.. Acaba o neler yapmıştı bu kadar sene boyunca.. Kim bilir kiminle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı... Gözlerinden bir damla yaş daha damladı kurumuş, bitmiş ellerine. Ellerine baktı, bir zamanlar ellerinin, elerini tuttuğunu hayal edip, her gün saatlerce ellerini seyrederdi... En çokta saçlarının dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdiği öpmüş, koklamıştı onları. Her bir tanesi koptuğunda, kalbine bir ok daha saplanıyordu. Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Belki sevdiği yanında olsa, kalbi bu kadar yorulup, veda etmezdi yaşama... Zaten artık ölüm umrunda değildi genç kızın. Sevdiğinden ayrı yaşamanın ölümden ne farkı vardı ki.. Tekrar o geldi aklına... Keşke keşke yanımda olsa dedi. Son bir kez elini tutsa yeterdi. Gözlerini son bir kez öpse, rahatça ebediyen gözlerini kapatabilirdi artık...
Gözleri pınar gibi çağlamaya başladı. Sevdiğini son bir kez göremeden ölmek istemiyordu.. Ufakta olsa ondan bir hatırasını almadan bu dünyadan göçmek istemiyordu... Oysa sevdiği, kim bilir kiminle beraberdi. Kendi sevgi dolu kalbinin kimseyle paylaşmayı düşünmemişti bile, ama acaba o paylaşmış mıydı ? Onun sevgisini silmiş atmış mıydı acaba kalbinden ? İçi birden nefretle doldu. Üstüne büyük bir ağırlık çöktü. Onu düşündükçe her dakikasının zehir olması artık çok daha ağır geliyordu genç kıza... Ölmek istedi, artık yaşamak istemiyordu bu dünyada.. Ama sevdiğinden bir hatıra almadan ölmeyeceğine and içmişti. Tekrar gözlerini açtı. Kim bilir belki de sevdiği onu unutmuştu.. Bu düşünceler içinde derinliğe daldı...Birden babası girdi odaya, kızına kalp nakli için bir gönüllü bulduklarını müjdeleyecekti. Fakat genç kız çoktan uykuya dalmıştı.. Bir meleği andıran masum yüzü, sevdiğinin özleminden sırılsıklamdı...
O gece biri gözlerini dünyaya kapadı, genç kız ameliyata alındı. Tekleyen ve görevini yerine getirmeyen kalbi değiştirilmişti. 1 hafta sonra tekrar gözlerini açtı dünyaya genç kız. Ama dünya daha farklı geldi ona. Sanki bir şeyler eksikti... Aradan aylar geçmiş genç kız artık iyice iyileşmişti. Ama içindeki burukluğu bir türlü atamıyordu. Sevdiği aklına gelince kalbi eskisinden daha çok sızlıyordu.. Bir kere, bir kere görebilsem diye mırıldandı...Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Yeni kalbi onu iyileştirmişti ama nedense her gece aniden hızlanıyor, onu uykusundan uyandırıyor ve sanki yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyordu... Genç kız bir anlam veremediği bu durumu doktora anlatmış, ama ameliyat kolay değil, bir aydan geçer demişti doktor.
Aylar geçmişti ama hala aynıydı durum. Çiçeklerinin yanına gitti. Her gün onlarla saatlerce dertleşiyor, zaman zaman ağlıyordu onlarla.. En çokta kan kırmızısı gülünü seviyordu. Çünkü kırmızı gülün onun için yeri apayrı idi.
Oda genç kızla beraber gülüyor, onunla beraber ağlıyordu. Onu sevdiği gibi görüyordu genç kız. Ve gülünü sevdiğini ilk gördüğünde ona hediye edeceğine dair yemin etmişti. Başka türlü paylaşamazdı gülünü kimseyle...
Kapı çaldı aniden. Kapıyı açtı ama kimse yoktu. Gözü yerdeki beyaz zarfa ilişti. Yavaşça eğilip zarfı yerden aldı. Birden kalbi deli gibi atmaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Zarfın üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardı. Zarfı açtı, içinden beyaz bir kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Onun kokusu vardı kağıtta. Evet, onun kokusu vardı. Yıllar yılı özlemini çektiği, yanında olabilmek için canını bile verebileceği sevdiğinin kokusu vardı mektupta.. Başı dönmeye başladı. Koltuğuna geçip oturdu yavaşça...Kağıdı açtı. Ve elleri titreyerek okumaya başladı. "Sevgilim, senden ayrıldıktan sonra, bir kalbe 2 sevginin sığmayacağını bildiğimden dolayı, ne bir kimseyi sevebildim, nede kimseye bakabildim... Her günüm diğerinden daha zor geçti, çünkü her gün özlemin daha da artıyordu.. Sana kitapları dolduracak kadar şiirler yazdım. Her biri diğerinden daha da hüzünlüydü. Yazdım, okudum, ağladım... Her gün yazdım, her gün okudum, senelerce ağladım... Her gece seni düşündüm sabahlara kadar, her gece senin yanında olmayı istedim. Ve her gece sensizliğe lanet ettim, uykuları haram ettim kendime, sensiz olmanın acısını gözlerimden çıkardım... Ve bir gün her şeyi değiştirecek bir fırsat çıktı önüme. Bunu fırsatı değerlendirmeyip, kendime haksızlık edemezdim...Ve değerlendirdim... Senden çok uzaklara gittim, belki seni unuturum diye..Ama tam tersi oldu. Seni daha çok özlüyorum artık... Senden çok uzaklardayım belki, ama yinede seni görmek için uzaklardan gelebiliyorum. Hem de her gece...Seni seviyor, seyrediyor ve eğilip sen uyurken yanağına bir öpücük konduruyorum.. Bazen gözlerini açıp bakıyorsun, geldiğimi bildiğimi sanıyorum ama yine o tatlı uykuna geri dönüyorsun. Yarın birbirimizi sevmemizin 6. senesi... Hep ben geldim şimdiye kadar senin yanına, yarında sen gel olur mu sevgilim.. Ha, unutmadan, sana hep sözünü ettiğim, kalbime iyi bak olur mu ? Çünkü göz yaşlarımla, adını yazdım ona...Seni senden bile çok seven bir sevgi var kalbinin içinde... Unutma, kırmızı gülü de unutma olur mu ??...

Seni seviyorum, yanıma gelinceye kadar da seveceğim..
[/b]
 
Kalbime Kar Yağdı

"Tam seni soruyordum";deyişini duymuştum ilk benim olduğunu sandığımda.
Kalbim ağzıma geldi,yutkundum!
Seni algılamaya başladı beynim;
Karşımdaydın,tüm görkemin ışıl ışıl gözlerin ve bana sonuna kadar açtığın kalbinle.;Buydu;dedim içimden yıllardır aradığım.
Yıldızlarda aramıştım gözlerini;ay;dan başka bir şey yoktu gökte yüzünü benzeteceğim,bir bakıma o kadar da uzaktın bana.
Oysa şimdi uzansam dokunacaktım sana.
Uzandım;Bilmem kaç bin wolt elektrik yayıldı vücuduma.
İşte o an vermiştim ellerine kalbimi.
Defalarca gelmeler,gitmeler,hayaller,öpücükler,kahkahalar ,hasretler yaşadım seninle;.
Bir kandil gecesi yeminler savurduk rüzgara;Allaha ulaştı ruhumuz.
Onun önünde döküldü dudaklarımdan o iki kelime;benimle evlenir misin?
Çılgın bir evet sonrası benimdin artık!Ölmek ne güzel olacaktı seninle.
Dudaklarımın değmediği yer kalmamıştı yüzünde,kollarımdaydın bütün senliliğinle.
Söz vermiştik ilk çocuğumuzun adını sen ikincisininkini ben koyacaktım.
Şimdi benim ilk kız çocuğumun adı senin adın olacak.
Evimin hiçbir yerinde şark köşesi hiçbir köşesinde abajurlar olmayacak;
yerlerde puf puf minderlerde.
Duvarlarımın rengi hiçbir zaman siyah beyaz olmayacak mesela.
Annenin ellerini hiç öpemeyeceğim,babanla rakı içemeyeceğim,kardeşinle fenerin maçlarına gidemeyeceğimde.
Hatırlarmısın?
Pırıl pırıl bir Pazar sabahı kıpır kıpır bir kalp elinde bir çiçekle merhaba dedin anneme;nasılsınız teyzeciğim anne demeye çoktan razıydın belki ama dil varmıyor bazen bilirim.
Anacığımı ilk kez böyle içten sarılır gördüm bir kıza,onun sana kızım dememesi için bir neden yoktu;dedi de istedi de seni biliyorsun
Kalbinin tüm renklerini taşıyan bir çiçek yumağı getirmiştin,halâ duruyor masanın üzerinde.Daha ne kadar dayanırım bilmiyorum onu görmeye.
Nefes aldığın her yerinde yaşıyorsun evin.Ben daha ne kadar yaşarım bilemiyorum.
Odamda;resimlerinin önünde gerçeğe dönüşmüştü hayâller.
Şeker olmuştum sana;sonra tepsi,öyle pişmişti işte kahveler.
Üç vakte kadar görüşmek dileğiyle ayrıldık evden,ilk kez kollarımda dolaştırıyordum seni,ilk kez eleleydik sokaklarında eylülün;
son olduğunu nereden bileyim..
Sarıya boyanmış bir aracın camıydı aramıza giren,o iri iri,siyah siyah gözlerin küçüldü yavaş yavaş,kayboldun gözlerimde.
Yokluğuna duyduğum ağlamaklı bir isyandı kalbimde varolan.

İki elim cebimde boynum bükük tuttum evimin yolunu,akşamı senle ettik evde bıraktıklarınla..
Bir yada birkaç hafta kat üstüne kat çıktık gönül arsamıza;gözlerin temeli, sözlerin yıkılmaz duvarları oldu kuracağımız(ı sandığım)yuvanın..
Yine bir kandil gecesi;Allahın huzurundayım;
beni bıraktığın yerde,
seni beklediğim yerde;
Sen!yoksun.
Ben!yalnızlığımla birlikte,yalnızlığını yaşıyorum!
Bir kez daha yemin ediyorum seni seviyorum;canım yanıyor!
Efkar dağıtmak için o malum yere bir ömrü bir çırpıda bitirdiğimiz terasımıza çıktım.
Bir dolu efkar alaşağı etti beni.
Boş sandalyeler,solmuş çiçekler,üzerine oturup Bakırköyü seyrettiğimiz minderler seni sordu gitti diyemedim;küçüldüm.
Ardımda bıraktığım bir damla göz yaşına sormuşlar seni,kurumadan az önce anlatmış bir daha asla gelmeyeceğini;oturup birlikte ağlamışlar
Seni en çok terasımızda özleyeceğim biliyor musun!
Saat geç oldu beklememin bir amacı yok, günlerin çok öncesiydi gelmeyeceğini söylediğinde.
Şimdi aşkımızın mumlarından yak bir tane.
Bak o yanan benim!
Titreyen kalbim,
Alevi değil mumun,
Eriyip akansa göz yaşlarım;
Üzülme çok kalmayacağım,
Birazdan biterim..
Akılda sen,yürekte acı olunca,ne kalem rahat duruyor ne sayfa.Bak gördün mü
sevişip aşkı doğurdular yine
Bir şiirle başlamıştın sen yine öyle bitiyorsun işte,satır satır.
Eve nasıl geldim hatırlamıyorum desem yalan değil.Kapıyı anacığım açtı yüzüme baktı,anladı her hal seni sordu iyidir dedim inanmadı,bir daha sordu
ağladım;ağladı.
Göz yaşlarımı sildi,bende onunkini.
Sen yalnız beni değil anamı da ağlattın!
Sarıldık ne zaman ayrıldık bilmiyorum..
Yazdı geldin;
Kıştı gittin!
Kalbime kar yağdı.
 
Kal Biraz Daha

Kaç mavi yasak yaşadık seninle, kaç deli gece... Düşünse, dolunay bile utanır,yıldızlar çıldırır, ağlar erguvanlar.Ben, seni işte öyle bir gecede sevdim, hesapsız. Ve düşlerim... Düşlerim sınırsızdı alabildiğine Duygularım sabırsız. Bir çocuk kadar günahsız. Sahi, sen de sevebilir misin beni seni sevdiğim kadar, dokunabilir misin yüreğime? Bak, orada sen varsın. "Mutluluk nedir?" diye sorsalar "Sen" derim alabildiğine, "Yalnız sen."Sesin, gözlerin, ellerin sonra, titreyen dudakların ve arzun çekingen Sen, benim her şeyimsin. Sensiz neye benzer bu ay, bu güneş? Çiçekler açar mı sen olmasan, Martılar uçuşur mu çığlık çığlığa?Sonra, kim aydınlatır benim gecemi, Günümü kim paylaşır?Kim sorar derdimi, Ben neye sevinirim, Kimle gülerim? Kal biraz daha... Beraber büyüttük sevinçlerimizi, Beraber öğrendik yaşama direnmeyi Sevmeyi beraber öğrendik. Bak, güneşler doğdu üzerimize Yolumuza begonyalar serildi. Ağlamak bu kadar kolay mıydı, Ve güzel miydi gülmek k! adar? Herkese seni anlatmak istiyorum Seni söylemek şiir şiir.Her dizede sen olmalısın, adın olmalı çığlık çığlık... İçimi ısıtan sen, tam şuramda; ılık ılık, sen olmalısın kıpır kıpır yüreğimde... Sevdan olmalı deli dolu Ve çılgınlığın, çılgınlığın olmalı. Ben seni sevmeyi seviyorum Ve seni özlemeyi. Bu bir itiraftır... Aşkın yoksa ben de yokum Yetim düşlerimin kimsesizliği kuşatır benliğimi Hüzünler yağar gecelerime.Ben, bir garip ben olurum, Sığamam odalara, taş duvarlar üzerime üzerime gelir. Ruhum durmaz bedenimde,hücrelerim
 
Kaderin Hikayesi

Uzun zaman önce bir ülke varmış refah içinde yasayan. Ülkenin refah içerisinde yaşamasının sebebi iyi yürekli, dürüst kralı imiş. Kral zaman zaman tebdili kıyafet ülkeyi dolaşır, halkının dertlerini dinler, sorunlara çözüm bulurmuş. Gene böyle bir günde kral dolaşırken, yolu dağ başında bir göl kenarına düşmüş. Gölün kenarında ki ağacın dibine çökmüş aksakallı bir dede, Bir elinde bir kese, diğerinde bir kese. Birinden bir tas alıp,diğerinden aldığı tasa bağlayıp göle atıyormuş. Bu ise epey bir süre devam etmiş ve nihayet bittiğinde, dede yoluna gitmek üzere ayağa kalkmış ve kralla göz göze gelmiş. Kral dedeye sormuş “dede bütün bir gün seni izledim,Sen ne is yaparsın anlayamadım” demiş. Dede kralın sorusunu söyle cevaplamış ; ”oglum ben insanların kaderlerini birbirine bağlarım” , “Peki en son kimin kaderini birbirine bağladın” , “Kralin güzel kızı ile uşağı Ahmet’in kaderini bağladım” demiş aksakallı dede, Kral bu cevabi alınca dünyası kararmış. Bir yanda güzeller güzeli apak biricik kızı, ülkenin prensesi,diğer yanda olmamış oğlu kadar sevdiği zenci uşağı Ahmet. Ne yaparım, nasıl ederde Ahmet’e bir zarar vermeden bu kaderi bozarım diye düşünerek sarayın yolunu tutmuş. Saraya gidince hemen sevgili uşağı Ahmet’i huzuruna çağırmış Ve ona “ oğlum Ahmet sana bir mektup vereceğim, bu mektubu alacak ve güneş‘e götüreceksin” demiş, Krala sorgu sual edilmez. Biçare Ahmet mektubu ve yolluğunu alarak düşmüş bilinmez yollara. Düşmüş ki ne düşmek. Babası kadar sevdiği Kralı ona bir görev vermiş ve o bu görevi yerine getirmeli, ama nasıl? Günlerce dere tepe demeden yol gitmiş. Nihayet yorgunluktan bitkin halde iken gördüğü bir ulu ağacın gölgesinde dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış. yandığında bir de ne görsün... Ağacın az ötesinde bir göl... o göl ki üzerine günesin aksi vurmuş... “Kralimin dediği güneş bu olsa gerek “ diyerek, üzerinde sadece külotu kalıncaya kadar soyunarak atmış kendini göle. Dibe doğru yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş.... Taa dipte, günesin aksinin tükendiği yerde bir de ne görsün.... Şahane bir hazine sandığı... almış sandığı çıkmış yüzeye...çıkmış ama, Ahmet artık zenci değil bembeyaz bir Ahmet... sadece külotunun olduğu bölge eski rengini taşıyor. “Var bu iste bir hikmet “ demiş ve açmış sandığı. Sandık gerçek bir hazine sandığı, içinde bin bir türlü mücevherat ile birlikte üzerinde “Günes ‘ten Kral’a” yazan bir zarf. Ahmet ne yapacağını bilemez hale gelmiş bir anda. Yeni rengi ve yaşadıkları ile ülkesine dönünce Kimsenin kendisine inanmayacağını düşünerek, ülkesine zengin bir tüccar kimliği ile dönme kararı almış. Dönünce ülkesine, düşleri bir bir gerçekleşmiş Ahmet’in... Ülkesinin bu yeni dürüst ve yakışıklı tüccarı ile güzeller güzeli Kızını evlendirmeye karar verince Kral, dünyalar Ahmet’in olmuş. Kral vermiş vermesine kızını zengin tüccara ama aklı da bir yandan oğlu gibi sevdiği ve hiç bir haber alamadığı uşağı Ahmet de imiş. Gel zaman git zaman damadı ile birlikte bir ziyafet yemeğinde iken yere düsen bir çatalı almak için eğilince Ahmet, şalvarının kenarından kaba eti gözükmüş... Bunu gören Kral gözlerine inanamamış. Yemek bitip de odasına çekilecek iken herkes,koridorun sonuna ilerleyen damadının arkasından seslenivermiş Kral “Ahmet!...” Ahmet seneler sonra duyunca gerçek adini, gayri ihtiyari Kendisine seslenen Krala dönüvermiş ve “neler oluyor Ahmet, evladım anlat başından geçenleri bana” diyen kralına bütün olanları bir,bir anlatmış... Bunun üzerine Kral “Peki Güneş bana bir şey göndermedi mi?“ diye sorunca da hemen odasına koşarak, Sandıktan çıkan mektubu almış ve Kral’a vermiş, mektupta su satırlar yer alıyormuş... GÜNEŞE YAZI YAZILMAZ....YAZILAN YAZI İSE BOZULMAZ!
 
Kabus

Duvara doğru yaklaştığı her adımda kalbi göğsünden yavaş yavaş çıkıyormuş gibiydi.İçinde ki merak duygusu korkusundan ağır basmıştı.Korktuğu halde halen duvara doğru yürüyordu.Bugüne kadar duymadğı sesler geliyordu duvarın arkasından.Bu sesleri merak ettiği kadar,bu seslerden çok korkuyordu.Nihayet duvarın yanına gelmişti.Duvarın arkasına bakarken gördüğü şey karşısında dehşete düştü.Biran geriye dönüp kaçmaya çalıştıysa da beyni ayaklarını kontrol etmiyordu o an.Karşısında 20-21 yaşlarında bir genç yerde yatıyordu.Durmadan inliyordu.Bir eliyle de gözünü tutmuştu.Elinin altından akan kanı farketti.Bu inleyiş tıpkı tiz bir sesle avazının çıktığı kadar bağıran birinin sesini andırıyordu.Genç Joy`un gözlerinin içine bakarak kendisine yardım etmesini istediğini anlatan yalvarış şeklinde olan o bakışlarını fırlattı.Elinin altında ki yarayı merak ediyordu joy.Yavaş yavaş elini kaldırmaya başladı.Karşılaşacağı o manzarayı kısacık zaman içinde beyninde tasarlamış hatta bu tasarısınd!
an epeyce korkmuştu.Gencin elinin altında ki gözüne bakınca tasarısından daha korkunç bir manzarayla karşılaştı.Evet gözü yuvasından çıkmıştı. Daha doğrusu çıkarılmıştı.

İnsan nasıl böyle birşey yapabilirdi.Gerçi vücudunda ki bazı yerler de gözünden farklı değildi ya..... Genç durmadan 'O' diyordu. O dediği şey neydi acaba?Ama Joy`un bunu şimdi öğrenmesi imkansızdı;çünkü genç yaşadığı olaylardan sonra sadece o diyebiliyordu.Joy yanına geldiği andan itibaren sadece o sözcüğünü duymuştu.Gence elinde olmadan duyduğu tiksintiye rağmen yardım etmesi gerktiğinin bilincindeydi joy.O da onu yaptı;çünkü onu o şekil bırakıp gidemezdi.Tam genci sırtlayıp oradan uzaklaşmayı düşündüğü an çalılıklardan gelen hışırtılarla titreme nöbetine tutulmuştu joy.Gözlerini çalılıklardan ayıramıyordu.Genç çalılıklara dönüp o diye bağırdı.Bu feryat joy`u gereğinden fazla korkuttu.Sesler çoğalmaya devam ederken gençte avazının çıktığı kadar bağırmaya başladı.Belki de genci o hale sokan şeydi bu sesleri çıkaran.Ve aniden bir şey görür gibi oldu.Dikkatini tamamen oraya yöneltmişti.Korkusu had safhadaydı.O da ne! üzerine doğru gelmekte olan bir yaratık gördü.Şimdiye kadar böyle birşey görmemişti.Demek ki bu yaratık joy`un geldiğini görünce avından biraz uzaklaşmayı düşünüp joy`gittikten sonraa avıyla karnını doyurmayı düşünüyordu.Ama joy`un oradan gitmemesi onun daha fazla beklememesine neden oldu.Nasıl olsa açtı Joy da onun için bir yemekti. Üzerine doğru hızlı bir şekilde geliyordu.Joy yine bu zaman içinde buraya neden geldiğini düşünüyordu.Gelmeseydi bütün bu manzarayı görmeyecekti.Ve bu korkulu dakikaları yaşamayacaktı.Kendini savunmayı düşünemiyordu.Zaten nasıl savunabilirdi ki....

Yaratık Joyun üzerine atıldı.Yanında bulunan gencin sesi ile yaratığın o iğrenç sesi bir insanı deli etmeye yeterdi.Joy nasılda aklımı oynatmıyorum diye kendi kendine soru soruyordu.Bu sesler arasına kendi sesini de ekledi.Yırtık gözleri, keskin dişleri,burun delikleri geniş,ağzı büyük,ve iri bir cüsseye sahip olan bu yaratık ne idi....Bu inleyişiyle uyandı joy.Yataktan fırladı etrafına bakındı.Halen bu kabusun etkisindeydi.Rüya olduğunu anlayınca derin bir oh çekti.Akşam izlediği filmin etkisinde kalmıştı herhalde.
 
Korkunç Bir Olay

İnanmak güç ama düşüncesi bile korkunç bir olay. Bir Genç cumartesi gecesi bir partiye gidiyor. Çok eğleniyor, bir kaç bira içiyor. Partiden tanıştığı bir kız ondan çok etkilenmiş görünüyor ve onu başka bir partiye davet ediyor. Hemen kabul ediyor ve diğer partinin gerçekleştiği yerde bir kaç bira daha içiyor ve daha sonra anlaşıldığı üzere birileri buna uyuşturucu veriyor. (Hangi uyuşturucu olduğu bilinmiyor.)

Daha sonra bu Genç uyandığında içi buzla doldurulmuş bir küvette çırılçıplak olduğunu anlıyor. Hala içkinin ve uyuşturucunun etkisinde olduğunu hissediyor ve etrafına baktığında yalnız olduğunu anlıyor. Göğsüne bakıyor ve göğsünde rujla yazılmış bir kağıt olduğunu fark ediyor. Kağıtta söyle yazıyor: "112'yi ara yoksa öleceksin!".

Küvetin yakınında bir telefon görüyor ve hemen 112'yi arıyor ama nerde olduğunu, ne içtiğini, kimlerle olduğunu bilmediğini söylüyor.Operatör hemen ona küvetten çıkmasını ve bir aynanın karsısına geçmesini söylüyor.

Genç, göğsünde hiç bir anormallik görmüyor ama Operatör sırtına bakmasını söyleyince, sırtında 2 tane büyük yarık olduğunu fark ediyor. Bunun üzerine Operatör, onun tekrar buz dolu küvete dönmesini ve orada ambulansı beklemesini söylüyor. Daha sonra hastanede yapılan incelemeden sonra, onun 2 böbreğinin çalınmış olduğu anlaşılıyor. Her böbrek karaborsada 10.000 Dolar ediyor.(Gencin bundan haberi yok tabii.)

Daha sonra anlaşıldığına göre : 2. parti tamamen sahte, bu ise karısan insanların çok iyi tıbbi bilgileri var ve verilen uyuşturucu eğlence amacını içermiyor. Su anda bu Genç, hastanede onu yaşamda tutan bir alete bağlanmış durumda ve hala dokularına uygun bir böbrek bekliyor.

Bu mafya çok iyi örgütlenmiş ve finanse edilmiş durumda, profesyonellerle çalışıyor. büyük şehirlerde aktif durumda ve görünüşe göre en çok New Orleans, NewYork ve bir söylentiye göre Istanbul'da da faaliyet gösteriyor. 112 bu sucu artık tanıdığından dolayı, kişileri hemen aynaya yönlendirerek, olayın boyutunu anlamaya çalışıyor.

Lütfen bu olayı tanıdığınız herkese anlatınız, bu herkesin basına gelebilir
 
Mantık

Öğrenciler o yılın ders programlarında yeni bir ders olduğunu farkederler. Dersin adı ‘Mantık’tır ve derse yaşlıca bir profesör girecektir.
Nihayet, ilk mantık dersi başlar. Çocuklardan biri söz hakkı isteyerek:
“Sayın profesör, mantık bize ne öğretir? Lütfen her şeyden önce bunu anlatır mısınız?” ricasında bulunur.
Profesör, kendisine merak ve şüpheyle bakan talebelerine:
“Mantık dersinin insanların düşüncesine yaptığı etkiyi açıklamak biraz güçtür. Onun için bunu sizlere bir örnekle açıklamak istiyorum” der.
“Farzedin ki, maden ocağından iki insan çıkıyor: Birisinin üzeri tertemiz, diğerininki ise kömür karası içinde... Bunlardan hangisinin yıkanması lâzımdır?”
Öğrenciler, hiç tereddüt etmeden:
“Elbette, kirlisi!” diye cevap verirler.
Profesör, tebessüm ederek:
“İşte evlatlarım” der, “Mantık bu soruya cevap vermeden önce şunu sorar: ‘Nasıl olur da bir maden ocağından çıkan iki kişiden birinin üzeri tertemiz iken diğerininki kirli olabiliyor?”
 
Marangoz

Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. İşveren müteahhidine, çalıştığı konut yapım işimden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yaşam sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki.

Müteahhit iyi işçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve işe girişti, ne var ki gönlünün yaptığı işte olmadığını görmek pek kolaydı. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!.. İşini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı.

“Bu ev senin” dedi, “sana benden hediye”.

Marangoz şoka girdi. Ne kadar utanmıştı! Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar mıydı!


Bizim için de bu böyledir. Gün be gün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zamanda, yaptığımız işe elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da , şoka girerek, kendi kurduğumuz evde yaşayacağımızı anlarız. Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Ne var ki, geriye dönemeyiz.

Marangoz sizsiniz.

Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz. “hayat bir kendin yap tasarımıdır” demiştir biri. Bugün yaptığınız davranış ve seçimler,yarın yaşayacağınız evi kurar. Öyle ise onu akıllıca kurun. Unutmayın.


Paraya ihtiyacınız yokmuş gibi çalışın.

Hiç incinmemişsiniz gibi sevin.
 
Martılar Var Kalbimde

Sadece dört ay kalacağım sonra yine buradayım abartmana gerek yok, ne olur bu kadar uzatmayalım bu konuyu diyerek sustu kız.Delikanlı hiç konuşmuyordu ,sadece kalbinin sesini dinliyordu .Ağlamak geliyordu içinden ama onun yanında yapamazdı.Onun üzüldüğünü görmek onun da ağladığını görmekle daha da kötü olacaktı.Hem gelince en iyi hastanelerde çalışacağım.Her hemşirenin eline geçmez böyle bir fırsat ne olur artık susmayı bırak bir şeyler söyle.Ben sadece kendim için gitmiyorum uzaklara ikimiz için, düşlediğimiz hayaller için gidiyorum dedi kız. Delikanlı kızın o hüzünlü gözlerine bakıp, git dedi. Sen en iyisini bilirsin mutlu olacaksan git. Senin mutlu olman beni de mutlu eder. Hem ilerde kuracağımız hayat için gidiyorsun değil mi?, o hayat ki bizi birbirimize bağlayan, sadece ikimizin hayatı.Kısa süren hayatlara inat git. Bizim hayatımızın uzun olması için git.....
İki gün olmuştu gideli. Onun özlemi göğsünde hissettiği ağrıdan daha kuvvetliydi. Doktora o gittikten sonra kematoropiye başlama sözü vermişti. Ama iki gün olmuştu hala gitmemişti hastaneye. Tedavisini, çalıştığı hastaneden başka hastanede yaptıracaktı. Kimsenin durumunu görmesini istemiyordu. Hayatında sadece O ve çalıştığı hastanedeki insanlar ve hastalar vardı. Kanser olduğunu öğrendiği gün nişanı vardı. Sanki böyle bir haberi beklermişçesine mutluluğunu bozmadı. Nişanda en mutlu kişi oydu. Sadece O’nun Amerika da burs kazandığını öğrendiği zaman yıkıldı.Çünkü biliyordu gideceğini onu hiçbir kuvvetin ,kanser olduğunu söylemesi dışında, durduramayacağını biliyordu. Onun o günkü mutluluğunu hala hatırlıyordu. Sanki uçacaktı, şimdi bir martı olmak isterdim dedi kız, sana her an uçmak için uzaklardan, beni çağırdığında, seni özlediğimde hemen yanında olmak için, duyduğu an karar vermişti zaten gitmeyi. Martılar o kadar uçamaz yarı yolda kalırlar dedi, ve özlediklerini belki de göremezler , Bir hayal işte hemencecik bozuyorsun beni. Mutluğumu çok görme lütfen ortak ol bana.Nasıl ortak olurdu ,döndüğünde belki de olmayacaktı yanında buna mı ortak olacaktı. Şimdi söylese gitmeyecekti biliyordu ama o mutluluk sihrini nasıl bozabilirdi. Nasıl onun eline verilen oyuncağı alıp onu acılara sürüklerdi. Söylemedi. Sadece git ve çabuk gel dedi. Öylece sarılıp kız kulesinin etrafında uçan martıları seyrettiler .....
Sessiz kalmak ayrılıklarda hep bir tarafı mutlu etmiştir diye düşündü. Şimdi mutlu olan bir kişi vardı ama o hayatta en çok mutlu olmasını istediği tek kişiydi. Bu sefer sessizlik amacına ulaşamayacaktı .Tedaviye başlayalı iki gün olmuştu. O gideli bir hafta. Her gün arıyordu ve her aradığında başka beyaz yalanlarla karşılıyordu onu. Yıllık izni yoktu ama doktor arkadaşı onun için bir şeyler ayarlamış ve iki aylık bir izin koparmıştı başhekimden. Hasta olduğunu sadece o biliyordu.

Saçları dökülmüştü. En çok saçlarıyla oynardı eliyle tarar masaj yapardı. Şimdi birkaç cılız saçtan başka bir şey kalmamıştı kafasında. Çalışırken hastanede hep kemoteropi olan hastalar görürdü. Ne hissettiklerini hiç düşünmemişti. Belki duyarsızlıktı ama buna üzülmesine gerek yoktu artık, ne hissettiklerini çok iyi biliyordu şimdi. Boktan bir durumdu ne yediğinizin farkındasınız ne içtiğinizin her dakika miğde bulantısı, garip bir duygu. Ölüm sanki ensenizde soluyor.

Martıların sesini yattığı yerden duyabiliyordu. Garipti, deniz kokusunu alamıyor ama denizin ve martıların sesini duyabiliyordu. İlaçlar koku alma duyusunu hafifletmişti. Belki de iyi olmuştu, yediği o garip yemeklerinde kokusunu almıyordu. Şimdi burada olsa onunda kokusunu alamayacaktı. O okyanus kokusuyla karışık gül kokusunu.
Saatlerce uyuyordu, telefonu titreşime almış elinin altına koymuştu kazayla bir kere bakmasın O’nun telefonuna, tedavide aldığı acılardan daha fazlasını yaşardı biliyordu.
Sonu olmadığını biliyordu bu tedavinin daha doğrusu kendisinin sonunun olduğunu biliyordu bu tedavinin. O şimdi uzaklarda hastalara nasıl yardım edeceğini öğreniyor kendisi ise bir hasta nasıl olur bunu görüyordu. Hastanede tanışmışlardı. Ayrılıklarının ve acılarının bir hastane odasında başlamasını istemiyordu. Onu tanıdığı an ve en son gördüğü an ile hatırlamak istiyordu. Sana resimlerimi gönderdim maillerine bakarsın demişti telefonda ama o kafasındaki tüm şifreleri unutmuş sadece onun adını hatırlıyordu.” Deniz” Martıların üzerinde dans ettiği balıkların can bulduğu deniz. Elinde olsa denize atılmasını isterdi naaşının, sanki onun içinde kalacakmış gibi. Ama toprakta olacaktı ,geldiğimiz yer değil mi zaten ........

Kimsecikler gelmiyordu ziyaretine ki zaten kimse bilmiyordu burada yattığını ara sıra doktor arkadaşı geliyor yanında bir saat duruyor sonra gidiyordu. Dışarıda da devam edebilirdi tedaviye ama onu bu halde biri görüp gerçeği ona söylerler diye düşünüp hastanede kalmayı tercih etmişti. Tam bir ay olmuştu o gideli ,koca bir ay, şimdiye kadar iki günden fazla ayrı kalmamışlardı. Her iki gün bir ay ederse tam on beş aydır ayrı idiler.

Küçük bir arkadaşı vardı birde hastanede beş yaşında bir kız çocuğu, oda aynı tedaviyi görüyordu. Ara sıra yanına geliyor ona yaptığı resimleri gösteriyordu. Son geldiğinde ona denizin üzerinde uçan martıları yaptığı resmi hediye etmiş altına da “iyileşip senle deniz kenarında gezelim” yazmıştı. Adı onunda Denizdi. Rastlantılara inanmazdı pek ama sanki onun eksikliğini doldurmak için çıkmıştı karşısına bu küçük kız. Ona bakıp gelecekle ilgili hayaller kurmak istiyordu ama göremediği bir geleceği düşlemek içini tuhaf yapıyordu.Bir keresinde yanına gelip abi senin karın varmı? diye sormuş yoksa benimle evlenirmisin? demişti.O da hemencecik kabul etmişti bu garip evlilik teklifini, ertesi gün elinde bir gelin ve damat bulunan resimle gelmiş üstlerine adlarını yazmıştı. Deniz tedaviye iki ay dayanmıştı.Babasının kollarında can vermişti. Uzun yıllar ağlamadığını hatırladı onun öldüğü gün ağladığında.

Her akşam dakikalarca konuşuyorlardı onunla, hiç konuşmadan onu dinliyor neden konuşmuyorsun dediğinde sen anlat burası aynı ,bıraktığın gibi değişen bir şey yok haberler sende diyordu.O da hemencecik devam ediyordu, o gün gördüğü yerleri anlatıyor kaldığı evin penceresinden özgürlük anıtının gözüktüğünü söylüyordu.Ama kız kulesini hiçbir şeye değişmem diyordu. Penceresinin özgürlük anıtını gören yerine kız kulesinin resmini yapıştırmış birde altına resimlerini koymuştu sanki İstanbul’ daymış gibi. İyi ki İstanbul’da değilsin diye düşündü iyi ki değilsin.

İki gündür hiçbir şey yemiyordu yediği her şeyi çıkarıyordu. Sadece biraz meyve suyu içiyor birazda pirinç lapası yiyordu. Gözünü pencereye dikiyor ara sıra gelen martıları kaçırmak istemiyordu. Baş ucuna asmıştı küçük Deniz’in yaptığı resmi birde O’nun resmini. Daha mı duygusal olmuştu bilmiyordu ama artık ağlıyordu. Özlemine ,acısına artık dayanamıyordu. Onu görmeden gideceğini en başında biliyordu ,alıştırmıştı kendine bunu ama artık olmuyordu. Özlüyordu O’nu lezzetini artık alamadığı su gibi ekmek gibi, Kız Kulesinin üzerinde uçan martılar gibi.

Martılar uzun zamandır gelmiyorlardı penceresine , denizin sesi yoktu artık, telefonun titreşimini de hissetmiyordu. İki gündür telefonunu şarja taktırmayı da unutmuştu.Onun sesini de duymuyordu artık duysa bile cevap veremezdi zaten.
Ertesi gün Küçük Deniz geldi yanına, birde penceresine bir martı . Vakit gelmişti. Küçük Deniz elinden tuttu. Birlikte uçan martıyı takip ettiler mavi denizin üzerinden kız kulesini selamlayıp İstanbul’a veda ettiler .

İstanbul bir hikayedir.Kahramanı çok yazarı çok.
İstanbul bir bahanedir sevmeye, sevilmeye
İstanbul bir martıdır.Yüreklerde uçan. Değerini bilen yok!
 
Geri
Üst