Hayatın en anlamlı hikayeleri 2...

Kodla Büyü

TR@NCER

Aktif Üye
Mesajlar
145
MARANGOZ

Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. İşveren müteahhidine, çalıştığı konut yapım işinden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yasam sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki. Müteahhit iyi isçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve işe girişti, ne var ki gönlünün yaptığı işte olmadığını görmek pek kolaydı. Baştan savma bir isçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!..
İşini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı.
- "Bu ev senin" dedi,
- "sana benden hediye."
Marangoz şoka girdi. Ne kadar utanmıştı! Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar mıydı!
 
Yoksul Çiftçi(GeRCeK Bi HaYaT)


İskoçya'da yoksul mu yoksul bir çiftçi yaşardı. Fleming 'idi adı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkardı ve acılı bir ölümden kurtardı. Ertesi gün Fleming'in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.

''Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum'' dedi.

Yoksul ve onurlu Fleming ; ''Kabul edemem!'' diyerek ödülü geri çevirdi.

Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü.

''Bu senin oğlun mu?'' diye sordu aristokrat.

Çiftçi gururla ''Evet!'' dedi.

Aristokrat devam etti ; ''Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.''

Bu konuşmalar sonunda Fleming'in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming'in oğlu Londra'daki St. Mary's Hospital Tıp Fakültesi'nden mezun oldu ve tüm dünyaya adını penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreye yakalandı.

Onu ne mi kurtardı? Penisilin!

Aristokratın adi : Lord Randolp Churchill'idi...

Oğlunun adı ise : Sir Winston Churchill.

Kurtaran doktor : Çiftçinin oğlu Sir Alexander Fleming.



Paraya gereksiniminiz yokmuş gibi çalışın.

Hiç acı çekmemiş gibi sevin.

Hiçbir şey beklemeden verin.

Karşılığını mutlaka bir gün alırsınız...
 
IZDIRABIN ACILIGI

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden
şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz
almaya gönderdi. Hayatındaki herşeyden mutsuz olan
çırak döndügünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir
bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın
söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri
tükürmeye başladı. "Tadi nasil?" diye soran yaşlı
adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi. Usta
kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı
çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü
ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden
su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının
kenarlarından akan suyu koluyla silerken ayni soruyu
sordu: "Tadı nasıl?" "Ferahlatıcı" diye cevap verdi
genç çırak. "Tuzun tadını aldın mi?" diye sordu yaşlı
adam, "hayır" diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine
yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının
yanına oturdu ve şöyle dedi: "Yaşamdaki izdıraplar
tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Izdırabın miktari
hep aynidir. Ancak bu izdırabın acılıği, neyin içine
konulduğuna bağlıdır. Izdırabın olduğunda yapman
gereken tek şey, ızdırap veren şeyle ilgili hislerini
genişletmektir.

Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl
olmaya çalış...."
 
PARAŞÜTÜNÜZÜ KİM KATLIYOR

Carlos Plump Birleşik Devletler deniz kuvvetlerinde genç subaylara öğretmenlik yapıyordu. Vietnam’da jet pilotu olarak savaşmıştı. 76. uçuşu sırasında uçağı yerden havaya fırlatılan bir füzeyle vurulmuş, ancak son anda uçaktan atlamış, paraşütle yere inmişti. Ne var ki komünistlerin eline esir düşmüş, 6 yılını bir hapishanede geçirdikten sonra tekrar ülkesine dönmüştü. Şimdi genç öğrencileriyle bu paha biçilmez deneyimlerini paylaşıyordu.
Bir gün, bir lokantada eşiyle birlikte yemek yerken yakındaki masada bir adam kendisine yaklaştı ve ”Siz Yüzbaşı Plumpsınız değim mi?” dedi. Plump’ın cevap vermesine fırsat vermeden konuşmasını sürdürdü adam;
“Vietnamda Kitty Hawk savaş gemisinde savaş pilotuydunuz. Uçağınızı vurmuşlardı.”
Bütün bunları nereden biliyorsun diye sordu Plump şaşkınlıkla
Adam hemen cevap verdi;
Sizin paraşütünüzü katlamıştım. Bir taraftan eliyle ustaca katlama hareketleri yaparken “Umarım paraşütünüz hemen açılmıştır” dedi. Plump minnettarlıkla, “elbette” dedi, “katladığın paraşüt açılmasaydı, bugün burada olamazdım.” Adam tevazu ile Plump’ın elini sıkıp müsaade istedi ve yerine oturdu.
Plump o gece uyuyamadı. Hep adamı düşündü. Bir paraşütün katlanma biçimi bir pilotun ölüm kalım meselesi olacak kadar incelikli bir işti. Bir jet pilotu olarak bu detayı hiç düşünmemişti. Kim bilir Kitty Hawk’ta kaç kez yüz yüze gelmişlerdi de sıradan bir memur olarak görmüştü adamı. Sözüm ona, bir jet pilotunun yaptığı ile sıradan memurların yaptığı işler kıyaslanır şeyler değildi! Hep sıradan biri gibi görmüş olmalıydı adamı. Hayatında yeri olmayan önemsiz bir dekor gibi. Çok büyük bir ihtimalle ona bir “Merhaba” demeyi bile çok görmüştü.
Saatlerce onun yaptığı işi düşündü. Yüzlerce paraşütün iplerini birbirinden itina ile ayırışını, kumaşı inceden inceye katlamasını hayal etti. Elinin her hareketinde hiç tanımadığı birinin hayatını ellerinde tuttuğunu fark etti.
Ertesi gün dersine şu beklenmedik soruyla başladı Plump: “Paraşütünüzü kim katlıyor?” Bir süre susup cevap bekledi. Anlaşılan o ki, herkes kendi işine odaklanıyor, kendi işinin detaylarında kritik katkıları olan insanları hesaba katmıyordu.
Hepimizin hayatımızın her anında kullandığımız bir paraşüt vardır. Bizi hayatta tutan, öz güvenimizi sağlayan, ayaklarımızı yere sağlamca bastıran ya da havada asılı kalıp öteleri görmemizi sağlayan nice küçük fakat önemli detayın arkasında kimler var acaba.
Hayır, hayır; jet pilotu olmanız ya da savaşıyor olmanız gerekmiyor elbet bu soruya muhatap olmak için. Simdi sokakta huzurla yürürken biri basit bir soru sorulabilir size:
“Pantolonunuzu kim ütülüyor?”
 
ELLER

Alttaki resmi çizen, Albrecht Durer isimli 1471-1528 yillari arasinda
yasamis bir ressam.18 çocuklu bir ailenin resimle ilgilenen 2 erkek
çocugundan biri. Iki kardesin de resme karsi olaganüstü bir ilgileri ve
yetenekleri var. Her ikisi de sanat okuluna gidip büyük bir ressam olma
hayali kuruyorlar.
Aile ise bu durum karsisinda çaresiz. Madencilik yaparak geçinmeye
çalisiyorlar ve karinlarini zor doyurabilmekteler. Bu durum karsisinda iki
kardes kendi aralarinda kura çekmeye ve kazananin sanat okuluna
gitmesine, geride kalanin daha çok çalisip diger kardesi okutmasi yönünde bir
karar aliyorlar.Albert ve Albrecht arasindaki bu kurada okula giden
dönüste diger kardesi okumasi için okula gönderecek ve kendisi de madende
çalisacakti.
Kurayi kazanan Albrecht okula gider ve bütün ögretim görevlilerini
kendine hayran birakarak çok büyük basarilar elde eder.Okulu birin cilikle
bitirdiginde yöredeki bütün okullarda ismi bilinmektedir. Eve büyük bir
gururla döner. Ailesi Albrecht onuruna güzel bir yemek verir. Kendisini
öven konusmalardan sonra Albrecht söz alir ve kendisine bu basarilari
yasatan kardesine tesekkür eder. Simdi siranin kardesinde oldugunu ve
okumaya gönderecegi kardesi için madende çalismaktan büyük gurur
duyacagini söyler. Kardesinin yaniti ise; -"Imkansiz sevgili kardesim"
seklindedir."Seni okulda okutabilmek için çalistigim senelerde bütün
parmaklarim madende defalarca kirildi ve degil kalem tutmak,senin serefine su
sarap kadehini bile zor tutuyorum."Kardesinin durumuna hakikaten üzülen
Albrecht ise kendisini dünyanin en ünlü ressamlari arasina sokan o
ellerin, kardesinin ellerinin resimini çizer. Bütün dünyanin Praying Hands
(Dua eden eller) olarak bildigi esas ismi Hands (Eller) olan resim
Albrecht Durer in kardesininin elleridir.


eller0ul6pa.th.png
 
TUZLU KAHVE


Kıza bir partide rastlamıştı.. Harika bir şeydi.. O gün peşinde o kadar delikanlı vardı ki..
Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı, ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular.. delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı.. "Ben artık gideyim" demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı.. "Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi.. "Kahveme koymak için.." Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı.. Kahveye tuz!.. delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi.. delikanlı anlattı:

"Çocukken deniz kenarında yasardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. . Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar.. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki.."

Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının.. Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri.. Ev duyusu olan biri.. Kız da konuşmaya başladı.. Onun da evi uzaklardaydı.. Çocukluğu gibi.. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu.. Tatlı ve sıcak.. Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii.. Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kasık tuz koydu, hayat boyu.. Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü..

40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına.. Şöyle diyordu, satırlarında.. "Sevgilim, bir tanem.. Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun..? Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken 'Tuz' çıktı ağzımdan.. Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Simdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok.. İste gerçek.. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, her şeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da.."

Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında bir gün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl bir şey" diye soracak oldu..
Gözleri nemlendi kadının..
"Çok Tatlı!.." dedi..
 
GÖKKUŞAĞI
Dünyanın bütün renkleri bir gün bir araya toplanmışlar ve hangi rengin en önemli en özel olduğunu tartışmaya başlamışlar:

YESIL demiş ki: "Elbette en önemli renk benim..ben hayatin ve umudun rengiyim.. çimenler, ağaçlar, yapraklar için seçilmişim.. şöyle bir yeryüzüne bakin, her taraf benim rengimle kaplı..."

MAVI hemen atılmış: "Sen sadece yeryüzünün rengisin..ya ben? Ben hem gökyüzünün hem denizin rengiyim. Gökyüzünün mavisi insanlara huzur verir, ve huzur olmadan siz hiçbir ise yaramazsınız"

SARI söz almış: "Siz dalga mi geçiyorsunuz ?Ben bu dünyaya sıcaklık veren rengim..güneşin rengiyim.. ben olmazsam soğuktan donarsınız hepiniz"

TURUNCU onun sözünü kesmiş: "Ya ben?? Ben sağlık ve direncin rengiyim.. insan yaşamı için gerekli vitaminler hep benim rengimde
bulunur.. portakalı,havucu düşünün.. ben pek ortalarda görünen bir renk olmayabilirim ama güneş doğarken ve batarken gökyüzüne o güzel rengi veren de benim unutmayın"

KIRMIZI daha fazla dayanamamış: " Ben hepinizden üstünüm!!! Ben kan rengiyim!! Kan olmadan hayat olur mu!! Ben tehlike ve cesaretin rengiyim!!! Savaşın ve ateşin rengiyim!! Aşkın ve tutkunun rengiyim!!!Bensiz bu dünya bomboş olurdu!!!"

MOR ayağa kalkmış: "Hepinizden ustun benim.. ben asalet ve gücün rengiyim. Bütün krallar,liderler beni seçmişlerdir..ben otorite ve bilgeliğin rengiyim, insanlar beni sorgulamaz..dinler ve itaat ederler"

ve bütün renkler hep bir ağızdan kavgaya tutuşmuşlar...her biri diğerini itip kakıyor "en büyük benim" diyormuş... derken.. bir anda şimşekler çakmış,ve yağmur damlacıkları gökten düşmeye başlamış... bütün renkler neye uğradıklarını şaşırmış, korkuyla birbirlerine sarılmışlar.. ve YAĞMUR’UN sesi duyulmuş... "Sizi aptal renkler..bu kavganızın anlamı ne, bu üstünlük çabanız neden? Siz bilmiyor musunuz ki her biriniz farkli bir görev için yaratıldınız, birbirinizden farklısınız ve her biriniz kendinize özelsiniz... simdi el ele tutusun ve bana gelin" Renkler bunun üzerine kendilerinden çok utanmışlar.. el ele tutuşup birlikte gökyüzüne havalanmışlar ve bir yay seklini almışlar.. Yağmur onlara "bundan böyle demiş.." her yağmur yağdığında siz birleşip bir renk cümbüşü halinde gökyüzünden yeryüzüne uzanacaksınız, ve insanlar sizi gördükçe huzur duyacaklar, güç bulacaklar..insanlara yarınlar için umut olacaksınız..... gökyüzünü bir kuşak gibi saracaksınız ve size GOKKUSAGI diyecekler.. anlaştık mı?"

Bu yüzden ne zaman dünyamız yağmurla yıkansa,ardından gökyüzünde
GÖKKUSAGI belirir...
 
Gerçek Dostlar

Çok samimi iki dost ve arkadaslardi. Fakat bir tanesi çok kurnaz,atilgan ve hareketli, digeri ise çok saf , dürüst ve sessizdi.

Bir gün kurnaz olan arkadas , diger arkadasin yanina giderek islerinin bozuldugunu söyler ve kendisinden para ister. Samimi dostu onu hiç kirmaz ve elindeki bütün parayi arkadasina verir.Arkadasi bu parayla islerini düzeltir.

Bir süre sonra kurnaz olan yine arkadasinin yanina gider ve arkadasinin evlenmek üzere oldugu nisanlisini çok begendigini ve kendisine vermesini ister.
Arkadasi çok sasirir, ne diyecegini bilemez.
Fakat aralarinda o kadar kuvvetli bir sevgi vardir ki arkadasina hayir diyemez,
nisanlisini arkadasina verir.

Zaman içinde Saf olanin isleri bozulur ve birden arkadasi aklina gelir...
(ben ona sikistiginda iyilik yapmistim diyerek) arkadasinin is yerine gider ve
kendisine çalismasi için is vermesini ister.Arkadasi ona is vermez.
Bizimki pismanlik ve üzüntü içinde geri döner ama yinede arkadasina kizamaz.

Bir gün sokakta dolasirken yanina hasta ve yasli bir adam yaklasir Fakir oldugu için ilaç alamadagini söyler.Bizimki yasli adamcagiza acir, istedigi ilaçlari alir ve
adamcagiza verir.Kisa bir süre sonra yasli adamin öldügünü duyar
Yasli adam çok zengindir ve bütün mirasini kendisine birakmistir.

Saf adam artik zengindir. Biraz da sevdigi dostuna olan kirginligiyla dostunun is
yerinin karsisinda bir ev alir ve oraya yerlesir.

Bir gün evinin kapisini dilenci bir kadin çalar. Yasli kadin çok aç oldugunu,
kendisine yemek vermesini ister.Bizim saf hiç düsünmeden kadini içeri alir karnini doyurur,Kimsesi olmadigini ögrendigi kadina ; Kendisinin de yanliz oldugunu söyler ve bu evde birlikte yasiyalim sen evin islerini ve yemekleri yaparsin der.yasli kadin hiç düsünmeden kabul eder. Bir süre sonra yasli kadin bizimkine, kendine uygun bir kiz bulup evlenmesini söyler,
Bizimki böyle bir kizi nasil ulaşacagini, kendisinin tanidigi olmadigini söyler.
Yasli kadin ona uygun bir kiz tanidigini ve kendisiyle görüstürebilecegini söyler.
Görüsmeler sonucunda evlenmeye karar verilir ve dügün davetiyeleri basilir.

Bizimkisi kirgin oldugu halde çok samimi dostunu yinede unutamamistir ...

Biraz da geldigi konumu görmesi açisindan samimi arkadasina da davetiye gönderir
Dügün günü gelir çatar . Saf adam dügün salonunda bir seyler söylemek istegiyle mikrafonu alir ve baslar yasadiklarini anlatmaya ;

"Eskiden çok sevdigim bir dostum vardi . Bir gün isleri bozulunca benden borç para istedi.elimdeki bütün parayi verdim. Evlenmek üzere oldugum nisanlimi çok begendigini söyleyerek benden istedi.Çok üzülerek onu da kendisine verdim . Çünkü biz gerçek dosttuk onun üzülmesini istemedim.Islerim bozuldugunda onun fabrikasina gittim ve çalismak için kendisinden is istedim. Bana is vermedi.Çok üzüldüm, ama yinede arkadasima kizmiyorum Çünkü biz gerçek dosttuk."

Bu konusma üzerine kurnaz olan arkadasi daha fazla dayanamaz mikrafonu eline alir ve baslar konusmaya;

"Benim de bir zamanlar çok sevdigim bir dostum vardi. Islerim bozuldugunda kendisinden para istedim, bütün parasini bana verdi. Sonra ondan nisanlisini istedim, üzülerek nisanlisini da verdi . Nisanlisini istememin nedeni o kadinin arkadasima layik olmamasiydi . (Hayat kadiniydi ) Kendisi çok saf oldugu için arkadasimi o kadindan bu sekilde kurtardim.
Isleri bozuldugunda gelip benden is istedi, Arkadasimi kendi emrimde çalistiramazdim, o yüzden is vermedim Günün birinde karsilastigi yasli adam benim babamdi. Babam ölmek üzereydi, onu arkadasimin yanina ben gönderdim ve mirasini ona ben biraktirdim. Evine gelen dilenci kadin benim annemdi Ona bakip iyi yasamasini saglamak için gönderdim. Su anda evlenmekte oldugu kisi de benim kiz kardesim.
Onu arkadasimla evlenmesine ben ikna ettim.

Herşey senin içindi...
 
Doğuştan Kör..

Ingiltere'de Brooklyn köprüsünde bri bahar günü kör bir adam dilencilik yapiyormuş. Dizlerinin üzerindeki tabelada ise büyük harflerle DOĞUŞTAN KÖR yazılı imiş.

Köprüden geçen bir çok insan bu acıklı manzaraya rağmen dilenciye para vermeden köprüden geçip giderken bir reklamcı durumu görmüş. Dilencinin dizleri üzerindeki DOĞUŞTAN KÖR yazılı tabelayı eline almış, arkasını cevirip bri şeyler yazdıktan sonra tekrar dilencinin dizelerine bırakmış.

Ve ne olduysa o yazıdan sonra olmuş... Köprüden geçen ve tabeladaki yeni yazıyı okuayn herkes dilencinin önündeki şapkaya para atmaya başlamış.

Reklamcının yazdığı o tek cümle dilencinin şapkasının para ile dolup taşmasını sağlamış. Ne mi yazmış reklamcı tabelaya:

"GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ, AMA BEN BAHARI GÖREMİYORUM.."
 
Kahve

Bir zamanlar her şeyden sürekli, şikayet eden,hayatın ne kadar berbat
olduğundan yakınan bir kız vardı.

Hayat, ona göre, çok karmaşık ve sürekli savaşmaktan, mücadele
etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu
karsısına.

Yine kızın bu yakınmaları karsısında, mesleği aşçılık olan babası ona
bir hayat dersi vermeye niyetlendi.

Bir gün onu mutfağa götürdü üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin
üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir
patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini
koydu.. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı
Kızıda hiçbir şey anlamadı, bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda
karsIlaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu.

Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar
bekleyeceklerini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına
cevap vermedi. Yirmi dakika sonra, adam, cezvelerin altındaki ateşi
kapattı.

Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu.ikincisinden
yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu.Daha sonra son cezvedeki
kahveyi bir fincana boşalttı.

Kızına dönerek sordu:

- Ne görüyorsun ?
- Patates, yumurta ve kahve !! diye alaylı bir cevap verdi kızı.

Daha yakından bak bir de dedi baba, patatese dokun.Kız denileni
yaptı;ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi.

Ayni şekilde,yumurtayıda incele. Kız,kabuğunu soyduğu yumurtanın
katılaştIğını gördü.

Sonunda kızının kahveden bir yudum almasını söyledi. Söylenileni
yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı.

Ama yinede bütün bunlardan bir şey anlamamıştı:

Bütün bunlar ne anlama geliyor baba ?

Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de ayni
sıkıntıyı yasadıklarınıª, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını
anlattı. Ama her biri bu sıkıntının karsısında farklı tepkiler
vermişlerdi. Patates daha ince sert, güçlü ve tavizsiz
görünürken,kaynar suyun içine girince yumuşamaları ve güçten düşmüştü.
Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğu içindeki sıvıyı
koruyordu. Ama kaynar suda kalınca,yumurtanın içi sertleşmiş ve
katılaşmıştı.

Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde
kalınca,kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya
tamamen yeni bir şey çıkmıştı.

Sen hangisisin? diye sordu kızına.

Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin ?

Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin? Yumurta gibi kalbini mi
katılaştıracaksın? Yoksa, kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her
olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat
katmasına izin mi vereceksin?
 
TIKANDI BABA

Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.
Tıkandı Baba, çay getir!..
Tıkandı Baba, kahve getir!..
Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş.
– Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?
– Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba.
– Anlat Baba anlat! Merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.
Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
Bir gece rüyamda birçok insan gördüm, herbirinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı.
Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı.
Ben yine açmak için uğraşırken bir zat göründü ve:
“Tıkandı Baba, tıkandı. Uğraşma artık”, dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı Baba”ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.
Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına:
“Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altına bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz” demiş.
Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı Baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis.
– “Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya.
Taze baklava, güzel baklava!
Bu esnada oradan geçen bir adam baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı Baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış.
Müşteri baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış ki her dilimin altında altın var. Ertesi akşam adam acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş.
Müşteri hiçbir şey olmamış gibi: “Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım” demiş. Tıkandı Baba da “Peki” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı Baba’ya her akşam baklavalar gelmiş ve adam da her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış. Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut:
“Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım” deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan:
– “Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi mi?” demiş.
– Geldi sultanım!
– Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
– Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.
Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.
“Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benimle gel” deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.
“Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir” demiş. Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda, düştü düşecek. Sultan demiş;
“Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar” demiş ve askerlerden birini çağırmış.
“Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin” demiş.
Padişahın adamları ’peki’ deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler.
Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler.
Baba, “niçin?” demiş. Askerler:
“Hele sen bir beğen bakalım” demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline.
“Ne olacak şimdi” demiş.
“Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı” demiş.
Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişah’a haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:

^”VERMEYİNCE MABUD (ALLAH) NEYLESİN SULTAN MAHMUT”…
 
Kırık Kalbim ve Sen

Seni ve seni karnında taşıyan bu şehri çıkarıyorum kalbimden. Sevgilimi elimden alırken sahte gerçekler sunan sunduğu gerçeklerle sevgililerimi bana delil olarak gösteren diğer kirli şehirler gibi bu şehri de çıkarıyorum kalbimden. Ama seni değil. İğrenç hikayelerle sevdiği kadınları en iyi şekilde malzeme olarak kullanacak bu şehrin şekilsiz bahar cesedi olmayacağıma dair kendimi saklayıp çıkıyorum bu şehirden.
Yaşama sevincimi adıma şiirlerime ve yazılarıma açtığı sonsuz savaşın soğukluğunda bulunan biçimsiz adamlara eğer onların yanında olmazlarsa yom oyacaklarını sanan zayıf kadınları ve bu insanlara yaşanacak yerler sunan bu şehri ve şehirleri çıkarıyorum kalbimden ama seni değil. Onların açtıkları savaşı tek başıma sürdürmeye mahkum olarak ve hiç bir şeyi umursamadan bu soğuk ve karanlık havaya karşı türkümü söyleyip seni sevdiğimi haykırıyorum.
Bazı şeyleri umursamamanın karşındaki kişiyi nasıl tahrip ve sinirlendirdiğini bana öğrettiğin için teşekkür ederim ey sevgili.
Aşkları hep kendi istediği şekilde yaşayan insanlarla ve senin de kurtulmak istediğin benden ve bu şehirden çıkıyorum. Ama senden değil ey sevgili.
Aşkların umutların ve sevgilerin çoktan seçmeli sorulara bağlandığı o çatı altında bulmuştum seni. Niye tanıdığımı niye geldiğimi bilen ve geliş nedenimi gerçeklik yüzeyine çıkaran bir doğan vardı senin. Kişiliğinde yinede senin olağan üstü yapıcılığına karşın benim kahrolası iyimserliğim ve bazı konularda çekimser kalmam ve bununla beraber bütün sorumlulukları aldın benden ve sonra üstüme bırakı verdin. Bu da güzel bir olaydı aşkımız için.
Bir Perşembe günü sabahı içime attın gözlerini ve yine bir Perşembe akşamı kopardın benden. Gizli sırlarla doluydu gözlerin. Yanıp sönen okyanus fenerlerinden dalgalı bir sonbahar günü uçan martılar ne anlarsa onu anladım gözlerinden.
Bunun sonunda hayatı hep tersindin algılamaya başladım. Ve örnek olarak ta perşembeleri artık hiç sevmez oldum.
İsminde taşıdığın sıfatı alıp içinde seni taşıdığı için yine öteki şehirler gibi tutamadığım bu şehirde kalan ismini kalbim de yoğurup kalıyorum her Perşembeleri.
Aşklara kapatılmış kalbimin kilidini açan yeni zaman çilingiri olduğunu hayır anlatamam kimseye. Egemenliğimi bile sana bırakırım, ama yinede kimseye anlatamam. Kırık neyden üflenen açıklı şarkıların yüreğimde izleri olan gizemli gözlerini anlatamam.
Sanki mavi bir gül gibi üç ayda büyüttüğümüz nadide çiçeğimizi bir Perşembe günü erittin yok ettin. O kıpkırmızı dudaklarınla ve sözlerinle darmadağın ettin o mutluluğumu, ama unutmak ki sen her zaman benim kalbimde ki en güzel mai bir gülsün.
Her yer kirlenmiş insanlarla kirli olsa bile biliyorum ki sen hala ilk doğduğun gün ki bir bebek kadar saf temiz ve dürüstsün bunu unutma güzel insan. Ve güzel sevgili.
 
Kimse Bilmesin Diye, Kimse Duymasın Diye..

Bardaktan boşalırcasına yağmur yağarken...
Kendimi sokağa atıp yağmur damlalarına gözyaşımı gizlediğimi Kimse bilmesin diye İçimdeki özlem yangınını, hasret sancısıyla çarpışıp çıkardığı sesleri... Kimse duymasın diye Gök gürültüsüne kaçtığımı. Yağmura karışan gözyaşlarımın, Toprağa süzülüp gülümün yanağına bir öpücük gibi konduğunu... Hasretimin gürültüsü gökyüzünde umarsızca dolaşırken, TESADÜF' ya gülümün gözlerine değmesini. Kimse bilmesin, kimse duymasın diye Gökten damla damla yağan kar tanelerinin, "YİTİRDİĞİMİZ MELEKLER'MİŞ" rivayetine inanıp... Ben beni sokağa atıp üzerine basarken kanadığım Saçlarıma, paltoma, atkıma toplansın diye kar tanecikleri Dona dona saatlerce üzerimde taşıdığım kar taneleriyle yandım. Üzerime toplanan kartaneciklerinin içlerinde belki sende varsın diye umutlanıp... Seni eve erimeden yetiştirebilmek için, bir hırsızmış gibi sokağımdan eve kaçtığımı Ama her defasında,kar tanelerinin gözlerimin önünde su damlası olup erittiği hayallerimi, Kimse bilmesin diye, kimse duymasın diye İÇİME KANADIM Ve son umudum olan güneşi bekledim. Bütün perdeleri, bütün pencereleri
Belki güneşle geleceksin diye sonuna kadar açtım.
NE GÜNEŞ, NE SEN Hiçbiriniz...
Damlamadı güneş ışığı penceremden içeri, ve karanlık olunca herşey Umut güneşi hayallerimi eriterek indi gökyüzünden. Ellerimde bana kalan, kiminin küçük bir mum ışığında aydınlattığı, Benimse onca ışık demetine rağmen bir türlü aydınlatamadığım Hep siyah kalan ACI YÜKLÜ geceler. Kimse bilmesin, kimse duymasın diye, Belki aydınlatabilir umuduyla ateş-böcekleri aradım geceme O kadar karanlıktı ki, okadar görünmezdiki herşey, Göremedim ateş-böceklerinin ışıklarını... Kimse bilmesin, kimse duymasın diye TÜKENEN HAYALLERİMİ... Rüyalarıma taşıdım seni Kimse bilmesin, kimse duymasın diye
Bu hayatta olmayışını, rüyalarıma sakladım seni.
Yitirdiğim sesini duyacağım diye, kaybettiğim gözlerini bulacağım diye, Toprağa saklamadığım günkü gibi kalacaksın diye. İçimde sen olan rüyalarımda nefes alıp, uyandığımda nefesimi tutarak yaşadığım hayata meydan okudum. Kimse bilmesin, kimse duymasın diye
Tekrar rüyalarımda, BABAM olduğunu
Uyuduğumu kimselere anlatmadım.
Sana benzettiğim insanlara sarılıp öpmek için kendimi zor tuttuğumu Adının harflerini kalbime gözyaşlarımla ince ince kazıdığımı Kimse bilmesin diye, Kalbi kapalı gezdim. Kimse duymasın diye duygusallığımı Hiçbir gözyaşımı, boşuna harcamadım. Dahası BİRTANEM Senin yaşamaktan korkup kaçtığın "ÖLÜM ACISINI" Sen bilmeyesin diye, sen duymayasın diye Ben hep içime kanayarak yaşadım. ÖLÜMÜ ŞİMDİKİ GİBİ TANISAYDIM, SENİ TOPRAĞA GÖMMELERİNE ASLA İZİN VERMEZDİM.
 
Kim Suçlu

Evli bir çift cadılar partisine davetliydi. Dışarıya çıkmak için hazırlanırlarken kadının migreni tuttu, evde kalmak zorundaydı. Kocasına partiye yalnız gitmesini, onun eğlencesini bozmak istemediğini söyledi. Biraz tartıştıktan sonra adam kostümünü giydi ve partiye gitti, kadın da birkaç aspirin alıp yattı. Biraz uyuduktan sonra kendini daha iyi hissederek uyandı ve partiye giderek kocasına sürpriz yapmaya karar verdi. Tam hazırlanırken "acaba ben yanında değilken kocam neler yapıyor" diye düşündü ve kocasının kendisini tanımaması için değişik bir kostüm giyerek partiye gitti.

Oraya vardığında bir kenarda onu izlemeye başladı. Kocası arka arkaya değişik kızlarla ve onlarla çok yakınlaşarak dans ediyordu, nereye kadar gidebileceğini görmeye karar verdi. Onunla çok samimi bir şekilde dansetmeye başladı, kulağına dışarıya çıkabileceklerini fısıldadı.
Arabalardan birine girerek seviştiler ve gece yarısından önce maskeler çıkarılmadan kadın eve gitti, kocasının dönüşünü beklemeye başladı. Adam sabaha karşı 01.00 sularında eve döndü ve doğru yatağa gitti. Kadın "parti nasıldı kocacığım" diye sordu, adam da "sensiz hiç eğlenemedim tatlım" diye yanıtladı. "inanmıyorum" diye cevapladı kadın "bahse girerim çok eğlenmişsindir." Gerçekten hayatım, partiye gittiğimde bazı arkadaşlarla sıkıldık alt kata
inip bütün gece poker oynadık.Fakat kostümümü ödünç verdiğim o Allah'ın cezası herif harika vakit geçirdi".
 
Kim Bilir

Farkın da mısın bu gün seni aramadım kendimi böyle alıştırmalıyım biliyorum ikimize de zor gelecek ama töre böyle simdi diyeceksen ki bana keşke o gün buluşmasaydık babam bizi görmezdi dimi ama senin benimle görsünler veya görmesinler evlendirecekler di dimi buda tuzu biberi oldu hem belki böylesi iyi oldu bilsinler ki bir başkasını seviyor sevenleri ayırmanın cezası büyüktür seni tanımadan önce küçük dünyam vardı bilgisayarla uğraşır hafta sonları kuzenimle gezerdim seni tanıdıktan sonra küçük dünyamın prensesi oldun her şeyin bası sendin sanki kendimi sana adamıştım hiçbir şey düşünmez olmuştum çok sevdiğim bilgisayarla bile uğraşmıyordum artık ananemin babamı aynı evde olmamıza rağmen göremiyordum hafta sonları önceden seviyordum ama simdi sevmiyorum bizi ayırıyorlar bu kelimeye alışmam lazım ayrılık insanlar neden ayrılır bazı ayrılıklar sevilir bazıları sevilmez günde iki kez ayrılık yasıyorum biri iyi biri kotu iyi olan ise geliyorum mesai bitince isten ayrılıyorum kotu olan ise senle elma çayı içtikten sonra geleni yanı seni minibüse bindirip evin önünde yaşadığımız ayrılık bu cumartesi ne olacak sen bir kösede bende diğer sen sızın evde toplanmış kişilerle nişan olacak ben evin en kösesinde oturmuş olacağım yapacak bir şey yok aslında ikimizde ayrı yollara otobanda son surat gidiyorsun ama yolun sonunda mutlaka yol ikiye ayrılacaktır bir otobanda uzun sureden beri aynı hızda gidiyoruz yol ikiye ayrılıyor sen benim nereye gittiğimi görmeyecek bende senin ikimizde bize esen rüzgarlar tarafından gideceğiz belki kader bizi ummadığımız bir zamanda karsımıza çıkartır düşünsene senin yanında kocan ve çocukların benim yanımda da sadece karım bir alışveriş merkezinde karsı karşı geldik merhaba dedik senin kocan benim karım ne diyecek kimdi o diye sen eski sevgilim miydi diyeceksin tabi ki hayır ne diyeceksin iş arkadaşımdı biz aynı şirkette çalışıyorduk ben istifamı verdim kalanlar yine aynı tas aynı hamam çalışacaklar üzülmek yok ağlamakta belki onu benden daha çok seversin kim bilir...
 
Keşke

Hayatın en derin, en koyu, en durgun, en hırçın rengidir keşke. Zift kadar siyahtır kimi zaman kimi zaman hüzün mavisidir kimi zaman ellerimizin uzanabileceği noktadan milyonlarca uzaklıktır keşke.. Keşke bir zaman olur tanrı gözükür deniz mavisi gözlerde, keşke biz zaman olur en temiz sevgilerin en durgun sularında boğar insanı, bir zaman olur bütün saflıkların üstüne ateşten daha kızıl bir maske olur, bir zaman olur sigaranın dumanında hayal olur, bir zaman olur baktığın gördüğün duyduğun olur... Keşkeler hayatın en çok amasıdır, keşkelerin olduğu cümlelerde bütün noktalama işaretlerin arasında ne çok soru işareti kullanılır ama soruların hiç bir zaman cevabını veremeyiz çünkü keşkeler kendimizden kaçıştır çünkü keşkeler görünmek istediğimiz yüzün en zayıf halkasıdır sorulara cevabı verdiğimiz zaman kendimizi tanıyamamakdan korkar bir kristal gibi parçalanmaktan korkarız. Oysaki keşkesiz hayat yaşanmamışlığın çok olduğu, hiçliğin en koyu renginin yaşandığı bir hayattır. Kah dilden dökülür. Kah kalem yazar. En hazin sözler. KEŞKE diye başlar…
 
Kerem İçin

Bizler; hisseden, hoşlanan, öfkelenen, kızan, üzülen, sevinen hatta yeri geldiğinde ağlayabilen bizler, olumlu olmayan duygularımızı rahatlıkla açığa vuruyoruz. Kızıyoruz,sinirleniyoruz, bağırıyoruz. Bazense hiç istemeden hakaretler ediyoruz biri birimize...
Bunların çoğunu hiç ama hiç çekinmeden yapıyor ve korkmuyoruz. Ama bir de olumlu duygularımız var ki onları hissediyor ama açığa vuramıyoruz rahatlıkla....
Cesur olamıyor, yeşertemiyoruz içimizdeki çiçeği. Kine, nefrete ve öfkeye kıyacağımız yerde korkuyor, güzellikleri yüreğimize hapsediyoruz. Ve onlara kıyıyoruz. Belki de bu bizlere çook daha kolay geliyor. Böylece çok fazla emek de harcamıyoruz ayrıca...
Oysa güzellikler,sevgiler hep paylaşımla çoğalıp, büyür.Bunu bildiğimiz halde gözümüze taktığımız at gözlüklerinden bir türlü vazgeçemiyoruz ..
Toplumsal baskılar,kişisel korkular ve zorunluluklar, belki daha başka pek çok şey engelliyor,yüreğimizdeki çiçeğin yeşerip,büyümesini. Ama bunda en büyük pay maalesef bizim. Evet sevgileri hep yarınlara erteledik,yarının olamayacağını bilemeden. Cesur olamadık paylaşmayı istedik ama emek ve zaman harcamak istemedik, Belki de yaşamın bir gün apansız bitebileceği aklımızın ucundan bile geçmedi.
İşte ben ömrümde ilk kez de olsa yakaladığım güzelliklerin hatırına, bu türlü korkularımı elimin tersi ile bir kenara fırlatıp, içimde sevgi olduğunu düşündüğüm o yüce duyguyu, bilmeyi en fazla hak ettiğine inandığım insana, belki de ilk ve son kez bencillik etmemek ve en önemlisi içimde yeşerttiğim çiçeğimin tohumlarını dört bir yana saçmak adına söylemek istiyorum.

SENİ SEVİYORUM GÜLÜM
 
Kerbela Kadar Sıcak

Ayaklarını yerden sürüyerek kendini zorla dağınık yatağına attı. Yorgundu, yorgun bir savaşçıyı andırıyordu genç adam. Yaşadığı acılar avare saçlarında bir ışık huzmesi gibi duruyordu. Dört gül. İkisi kız, ikisi de erkek tam dört yürek gülü. Yememiş yedirmiş, içmemiş içirmiş; hastalıklar, yokluklar, kimi zaman imkânsızlıkların acımasız gerçekliğine boyun eğmeyen baba direnciyle kotardığı çareler gelmiş dizilmişti fersiz gözlerinin önüne.
Başardım diye mırıldandı kendi kendine, ama başar-dım...Dördünü de büyüttüm, artık koca ümit dolu bir yaşam var önlerinde. Ben onlara bütün sevgi bahçelerini sundum, o bahçelerin en güzel çiçeklerini yataklarına örtü yap-tım...Onları korudum, onları hayatın kollarına güvenle bıra-kacağım.
Genç adam odadaki aynada işkenceden şişmiş gözlerine baktı uzun uzun, binlerce yıldız akarken gözbebekleri-ne...Kalbinin seyrek sesi, saatin tik tak sesleri gibi mahzun gözlerinde atıyordu derin bir aşkla
O gün hayatında sahip olduğu tek güneşi de söndü genç adamın. Her yer karanlık oldu. Eve geldiğinde cellatların iş-kencesinden morarmış bedeniyle her şeyden habersiz şiir yüzlü kıza sarıldı. Daha önce hiç kimseye böylesine sarılma-mıştı genç adam, birlikte şarkılar söylediler! Eller birbirini buldu. Gözler bakıştı. İşte o gün güneş yeniden doğdu. Sıcak ama ışıksızdı. Yine de her şeye rağmen, onlar oradaydı! Ve şarkılar söylediler! Artık biliyorlardı, gözlerinden akan ışık bu koskocaman dünyayı aydınlatmaya yetmezdi! Yüzlerine vu-ran aydınlık, güneşinkinden parlaktı. Onlar oradaydılar ve birlikteydiler!
Gidiyordu, ama gitmek istemiyordu. Gitmezliği çaresizli-ğiyle çatıştıkça, içine girdiği çıkmazların derin kuyusunun di-bini bulabilecekmiş gibi bir çaba içerisinde de değildi. Işıkla-rın arasında ortaya çıkan yalanlar, kayıtsızlık ve merak havuz-larında boğuluyordu. İşkence odalarında dökülen kandan daha kırmızı bir girdabın köpüklü duvarlarına tutunabilece-ğini zannetti. Kabuslarındaki siyah örümceklerin nemli ve yapışkan ayakları olsa belki tutunabilirdi, düştü.
Aya bakarak dertleştiler o akşam.
Sabah olduğunda işkenceci cellatların, çıplak bedenine bir kırbaç gibi inen sesiyle uyandı ve her şeyin rüya olduğunu o zaman anladı. Ne fark ederdi ki bu şehirde. İşkence odasının kirli duvarlarına sıçrayan kanına baktı sessizce. Gelin duvağı gibi duruyordu yürek haritasında. Sınırları belirsiz bir ülkeyi andırıyordu. Doğrulmak istedi yavaşça. O da olmadı. Bir kü-für savurdu açık pencereden esen hoyrat rüzgara. Fersiz göz-leriyle bakakaldı öylece. Kafesinde kükreyen bir aslan edası-na büründü birden. Ağlamadı. Ağlayamazdı. Onurlu olma-lıydı. Derinlerden gelen bir sese kulak verdi sessizce. Kerbela kadar acı, Aşura kadar sıcak bir sesti bu. Dayanamadı bu se-se yufka yüreği, olduğu yere yıkılıp kaldı sessizce..
 
Kendimi Sana Adadım

Sevgisiyle bana yaşamayı yirmi beşinde yeniden öğreten Kıymetim;

Yine bir akşamüstü ruhumu benliğimi ve kalbimi toplayıp içimdeki seni satırlara dökmeye karar verdim..Seni yaşarken aşkı yazıyorum gökkuşağı rengindeki kalemimle..kalbimden süzülen nağmelerde sana çağlamaya namzedim..Buzlara tutulmuş gönlüm senin sevginde baharı yaşıyor...Göçmen kuşlar yine baharda omuzlarımdayken senin adını fısıldıyorum onlara..Nazlı çiçeklere senin güzelliğini anlatıyorum telaşlı telaşlı..Gözlerimdeki heyecan ellerime yansıyor...kalemim ismini yazıyor ellerimin uzanabildiği her yere...Korkularıma karsı senin gül cemaline sığınıyorum..İçten içe senin isminde yanıyor pişmanlıklarım..Yandıkça acılarım , küllendikçe közlerim seni daha çok seviyorum..Ezan sesine alışık gönlüme bir armağan olarak veriyor karanlık geceler..Sevmedim katran koyusu geceleri senden önce...Ama geceyi sevdirdin bana..Öyle ki yıldızlar semaya asıldıklarında ilk ışıkta gözlerini anımsıyorum..Benliğimde umutlarım seninle var oluyor sanki..Üşüyen iliklerimin yerine tatlı telaşlar sarıyor..Sanki çiçeğiyle randevusuna geç kalmış bir arı gibi telaşlı yüreğim...Susamış tam yirmileş yıl sana..Beklediğim ve yalancı baharları sen zannettiğim baharımdı kalbim ve karanlıktan sonra seher vaktimdi ismin...Dudaklarımdaki naif susuşların yerine sevda türkülerini yankılıyor..her türküde kırık sazıma senin güzelliklerini yazıyorum..Gözlerimi dağın eteklerinde güneşe çevirmişken sırtıma vuruyor çılgın rüzgarlar..üşüyorum bir an ama senin ateşin alev topuna dönüşüyor yüreğimde..Yanıyorum yandıkça içimde seni de yakıyorum...Duvarlarda büyüyor gözlerin..Düşlerime el koyuyor deli sevdan..Seni öyle içime çekiyorum ki...Ciğerin sefa ediyor ateşimde köz oldukça...Seni sevdikçe kelimelerim ahenge bürünüyor..Toprakta tohum misali dört mevsim senin sevdana ekiliyorum..Hasat zamanım yok..Sevdam sarı basaklara gebe olsa da dört mevsim basaklarımda bereketim senin avuçlarına süzülecek..Ölüm olmayacak seninle yazgımda..Hiç üşümeyecek tomurcuklarım seninle baharımda..Hem dilimde ismin yankı bulacak çıplak dağların ardında..Su arayan bir ceylan yavrusu gibi sevgilere susadığımda yasama sevinçlerini kana kana içeceğim..Ayrılık defterini ise tozlu raflara kaldırdım..içimdeki yaraları sevginin merhemiyle sardım..Baktım senle hayat güzel kendimi sana adadım..
 
Kenar Mahalle

Bir profesör, sosyoloji sınıfındaki öğrencilerini Baltimore şehrinin kenar mahallelerine göndermiş ve o bölgede yasayan 200 erkek çocuğunun durumlarını araştırmalarını ve her bir çocuğun geleceği hakkında bir değerlendirme yapmalarını istemişti.
Öğrenciler hemen hepsi bu çocukların gelecekte hiçbir şanslarının olmadığını dile getirmişlerdi.

Bundan tam yirmi beş yıl sonra bir başka sosyoloji profesörü tesadüfen bu çalışmayı buldu ve öğrencilerinden bu projeyi sürdürmelerini ve ayni çocuklara ne olduğunu araştırmalarını istedi.
Öğrenciler, o bölgeden taşınan ya da ölen 20 çocuk dışındaki 180 çocuktan 176'sinin olağanüstü bir basari gösterip, avukat, doktor ya da işadamı olduklarını ortaya çıkardılar.

Profesör çok etkilenmişti ve bu konuyu izlemeye karar verdi. Birer yetişkin olan o çocukların hepsi o bölgede yasadıkları için, her biriyle buluşma sansı oldu.
"O koşullarda nasıl bu kadar basarili oldunuz?" sorusuna verdikleri cevap hep ayniydi: "Mahalle okulunda bir öğretmenimiz vardı. Onun sayesinde."

Profesör, bu öğretmeni çok merak etmişti. Hala hayatta olduğunu öğrendiği yaşlı öğretmenin izini bulması zor olmadı. Kendisini ziyaret etmek için evine kadar gitti. Karşısında yılların yüzüne eklediği kırışıklıklara rağmen hala dinç duran bir yaşlı kadın buldu. Merakla yaşlı kadına bu çocukları kenar mahallelerden kurtarıp, basarili birer yetişkin olmalarını sağlamak için kullandığı sihirli formülün ne olduğunu sordu.

Yaşlı öğretmenin gözleri parladı ve dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi:
"Çok basit" dedi, "Ben o çocukları çok sevdim."
 
Kelimelerin Dili

Bir gurup vakti son kez göz göze geldiğiniz güneş huzmelerinin sevimli, zayıf ışınlarıyla ve dolaşıp semalardan size gülümseyen ve gittikçe canlanan yıldızlarla baş başa kaldığımız anlar olmuştur. Kısa süreli bir istihaledir bu hayatımızda.
Birazcık vaktiniz varsa, fiziki planda ve ruhen semaları temaşaya hazırsanız, bulunduğunuz ortam itibariyle tahammülü zor kirli kentlerin güvenliksiz alanlarına ahenksiz yükseltilmiş kartonik yuvalarda, sevimsiz ve sığ yaşama biçiminin ayrılmaz parçası haline gelen, agnostik bir uygarlık anlayışının ses ve görüntü bombardıman araçlarından uzaksanız, göksel inkılabları bir bir izleyebilirsiniz. Süreli bir değişimin ahenkli ve uyumlu bir dönüşüme kulaç attığını müşahade edersiniz. Galaksilerin yavru kümeleri belirginleşir. Mantalitel gücünüz aktivite kazandırır.
Güdümlü düşünceden uzak, benliğinizle iç içe, fenomenler aleminde deruni bir yolculuğa çıkarsınız. Ontolojik uzay aracınızda yüzlerce paradoks, zihni mefluciyeti de ifade eden mikrosefal bir ağdan kurtulup makro değerlere ilişkin bir iklime erersiniz. Kafatası, ruh dünyasındaki binbir donanmaya kumanda merkezi haline gelir o an içinizde. Coşarsınız... A. de Saint Exupery’nin dediği gibi güneşe hasret insanın susuzluktan ölmesine tahammül edemeyen rikkatli bir kalb ve gönül (sadr-u dil) zenginliğine ulaşırsınız. Evrendeki bu istihale, benliğinize geçer, inkılab merhaleleri oluşturur. Ağır ağır çıkarsınız basamakları. Muhakeme gücünüz artar.
Güdümlü düşünce temsilcilerinden Feuerbach’ın Engels’ten naklettiği “Duygularımızla idrak ettiğimiz ve kendimizin de ait olduğumuz maddi alem, biricik gerçek alemdir. Şuur ve düşünce ne kadar duyu üstü görünürlerse görünsünler, maddi bir organ olan beynin ürünüdürler. Madde ruhun ürünü değildir. Ruh ise maddenin bir ürünüdür.” sözlerinin isabet alanından uzaklaşırsınız.
Damarlarınızda akan kanlar, nadide besin atomcuklarını yüklenmiş olarak beyin karargahına yol alırken, muştular yüklü kelimelerin yüce kültür ırmaklarından aldıkları değerleri ruh dünyanıza bir bir boşalttıklarını hissedersiniz. Ve, paylaşmak istersiniz bu duyguları çevrenizle, en yakın çevreniz ailenizle, aile bireyleriyle. Sonra arkadaş çevrenize ulaştırmak istersiniz kelimelerin dillerinden düşürmedikleri kültürel tomurcuklarını; şebnemlerini asla kurutmadan.
Kelimelerin konuştuklarını, tabii seyri içinde siz de konuşmak istersiniz, ciğerlerinize dolan ezgi meltemleriyle.
Aile kelimesinin taşıdığı misyon ve yüklü bulunduğu anlam için G. P. Mordack kadar aile sosyolojisi bilgisine vakıf olup engin araştırmaya gerek duymazsınız. Promiscuity anlayışının ne denli mütehakkim ve akıl dışı bir anlayış olduğunu, sosyolog H. Freyer’den önce kavrarsınız. Nihayet, semalardaki iletişim, aydınlık bir zaman kesitine doğru yol alırken siz de tefrika titreşimli zorlamalardan uzaklaşır, evrendeki düzenim tevhid çağrısına kulak verirsiniz. Gönlünüz tevhide açılır. İnsanlık için sulha sevda duyarsınız. Nezaket ve haya kaplı varlığınızı evrenin barışına adarsınız.
Dünyanızı, güzele yüklü kelimelerle bezersiniz. Diliniz açılır. Hidayetimizin haritası bir Kitaba yönelirsiniz.
 
Kelebeklerin Ömrü

İlkbaharın son günleri olmasına rağmen, yağmur, sabahtan beri durmaksızın yağıyordu. Adam elindeki raporu masasının üzerine bıraktı ve başını kaldırarak karşısındaki genç kıza baktı. Kız, gözlerinde biriken yaşları eliyle sildikten sonra adama döndü ve
"Ta başından beri biliyordun,değil mi?" diye sordu.
"Evet" diye cevap verdi adam.
Ta başından, kızı ilk muayene ettiği dört gün öncesinden beri biliyordu.
"Çok güzel oynadın doğrusu rolünü" dedi, kız.
Adam cevap vermedi, yüzünü pencereden yana çevirdi ve dört gün öncesini düşündü. Kızın muayenehanesine geldiği ilk günü. 24-25 yaşlarındaydı. O gün de bugünkü gibi yalnız başına gelmişti. Uzun boyu, kısa küt kesilmiş kumral saçları, renkli gözleriyle etkileyici bir güzelliği vardı. Yüzünde hafif bir endişe, yanaklarında belki biraz utanmanın verdiği pembelik gözleniyordu.
"Sağ göğsümde üç aydır bir sertlik fark ettim. Ağrısı yok, geçer dedim, aldırmadım, ama geçmedi işte" demişti.
Kısa bir öykü alma sonrası muayene odasına geçtiler. Kız, çekingen tavırlarla soyundu ve uzandı. Adam,kızın göğsüne ilk dokunduğu anda gerçeği anladı. Bu kız kanserdi! Ve hem de çok gecikmişti. Koltuk altı da bezelerle doluydu işte. Belki yüzlerce meme hastası olmuştu ama ilk defa bu kadar genç yaştakine rastlamıştı. O dakikadan itibaren oynamaya, rol yapmaya başladı adam. Kızın endişesini dağıtmak için ne şaklabanlıklar yapmamıştı ki.
"Pek önemli bir şey gibi durmuyor. Ama buradan küçük bir parça almam lazım."
"Patoloji için mi yani?" diye sordu kız.
"Yok canım" dedi adam, "kendi özel koleksiyonum için, yani bu kadar güzel göğse pek sık rastlanmıyor da, bir hatıra almam şart oldu."
Birlikte güldüler. Kızın artık gülen yüzünde korkunun ve kaygının görünümü kalmamıştı. Ta ki bugüne kadar.
Yüzünü pencereden, odaya geri çevirdi adam. Hiç istemediği halde kızla göz göze geldiler.
"Yani şimdi, dört gün boyunca huzurlu uyuduğum için sana teşekkür mü borçluyum?"
Yoo, hayır, teşekkür beklemiyordu adam. Bu dört gece boyunca onun uykusuzluğunu, kaygısını ve korkusunu devralmıştı. Ve şimdi geri veriyordu bunları genç kıza, onun geride kalan ömrü boyunca, bir daha beyninden hiç çıkmamasıca...
Kız, oturduğu koltuktan kalkmış, küçük odanın içinde bir-iki tur atmış ve şimdi pencerenin önüne gelmişti. Göğsünün tümüyle alınacağını öğrenmişti.
Ağlamıyordu artık.
Sesinde isyanın, öfkenin ve kadere lanetin olması gereken tonlaması da yoktu ne yazık ki.
Adam, onun tenine dokunsa buz gibi olduğunu hissedecekti.
"Çok canım yanacak mı?"
"Korktuğun kadar değil" dedi adam.
Bu sorulara hazırlıklıydı beyni. Bunlar kolay sorulardı.
"Saçlarım dökülecek değil mi?"
"Evet, ama yerine yenisi hem de daha gür çıkacak"
"Ya, alınan göğsümün yerine yenisi çıkacak mı?"
"Eğer sen istersen, plastik cerrahlar yerine o kadar güzel bir göğüs yaparlar ki, sağlam göğsünü bile almam için bana yalvarırsın."
Kız, burnunu ve dudaklarını cama iyice yapıştırdı. Adama döndüğünde camda dudaklarının izi kalmıştı.
"Bu izi hiç silme olur mu?" dedi kız.
"Ben öldükten sonra bile bu iz burada kalsın. Sahi çok uzak değil ölümüm değil mi?"
İşte adamın korktuğu soru gelmişti. Nasıl da gafil yakalanmıştı, o çok övündüğü, o yanından hiç ayırmadığı kıvrak zekası, hazır cevaplılığı. Nasıl söyleyebilirdi ona, son iki yılı acılar içinde geçecek en fazla dört, bilemedin beş yıllık ömrü olduğunu? Nasıl söyleyebilirdi, son altı ayında, her sabah uyandığında tanrıdan canını bir an önce alması için yalvaracağını.. Nasıl söyleyebilirdi ona, kelebeklerin ömrünün kısa olduğunu?
Tek çaresi vardı adamın, yalan söylemek, pespembe mutluluk tabloları çizerek polyanna rolünü ustaca oynamak. Konuştu, anlattı, güldü, güldürdü. Riyakarlığı iyi beceriyordu doğrusu. Kız artık iyice rahatlamış gibiydi. Çocukluğundan bahsetti adama, ilk aşkından, sonraki sevgililerinden, işinden...
"Ben portföy yöneticisiyim"
"Ne demek o?"
"Yani bir bankada, yatırım danışmanıyım. İstersen senin portföyünü de ben yöneteyim"
"Hayır canım, gerekmez. Benim işim de hastalarımın portföyünü boşaltmak."
Vedalaştıktan sonra kapıya doğru yürüdü genç kız, sonra döndü ve,
"Neden seni seçtim biliyor musun?" dedi.
"Bu konuda buralarda benden iyisi yok ta ondan."
"Sen öyle san"
"O halde, ben çok yakışıklıyım onun için."
"Haydi canım sen de" dedi kız, gülüştüler.
"Sende başka bir şey var; huzur veren, rahatlatan, güldüren değişik bir şey işte... Senin elinde ölüme gitmek bile zevkli olacak"
Kız çıkmıştı.
Adam camında dudak izi olan pencereyi açtı.
Başını dışarı uzatıp gökyüzünü seyretti bir süre. Tekrar içeri girdiğinde gözlüklerinin altındaki damlaları sildi.
Yağmur, çoktan durmuştu oysa…
 
Kedimiz Sarman

Kedimiz Sarman; yalnızlığın pervazına sarmalanmış, camdan süzülen tane tane su damlalarının ardından dışarıyı seyre dalmış. Nereye bakıyor acaba...? Karşıdaki yıkık-dökük üç katlı harabe konağa mı; yağmurdan ıslanıp, koyulaşmış, çıkmaz sokağımızın ortasına boylu boyunca uzanmış asfalt yola mı; yoksa konağın bahçesine bitişikteki apartmanın üçüncü katında oturanların kızı Şehriban’ın, aralanmış tül perdenin içinde oynaşıp duran görüntüsüne mi ...? Okumaya çabaladığım şiir antolojisine kendimi veremiyorum. Zaten bunu okumak için kendimi niye zorladığımı da bilmiyorum...

Böyle kasvetli havaları fırsat bilip, ne zama şu koltuğa keyifle oturup, kitap okumaya kalksam; Şehriban, tül perdeleri camın iki kenarına toplayıp, içerde ya toz alır, ya masada pirinç ayıklar veya masada yapılabilecek ne iş varsa onu yapar. Cevizden imal, hantal büfenin önündeki dikdörtgen yemek masası, oturma bölümünün arkasında kaldığından; Şehriban’ın görüntüsü bir türlü netleşmez. Yok yok artık eminim, bu kız bilerek yapıyor bunu... Gözüm ona takılsın da, kitaba kendimi veremeyeyim diye... Saçmalıyorum yine, ben kitap okusam ona ne; okumasam ona ne...

Onun, aklı fikri bizim apartmana bitişik apartmanın altındaki bakkal bozması markete öğleden sonraları babasına yardıma gelen Ahmet amcanın oğlu Haci Bekir’de... Çocuk markete düşmeye görsün; Şehriban’ın cama çıkacak, bakkala inecek hertürlü bahaneyi bulmakta üstüne yoktur. Önce yarı beline kadar camdan sarkar, kendisinin bile zor duyduğu bir sesle Ahmet amcaya seslenir. Sonra anasına, bakkalın onu duymadığı yalanını uydurup, merdivenleri ikişer ikişer atlayarak bakkala koşar...

Bu sahnenin günde dört-beş kez tekrarlandığı olur, çünkü Şehriban her seferinde alacağı bir şeyleri unutur. Bazen de, sigara falan alırken karşılaşırız. Bakışlarını Hacı Bekir’in üzerinden koparabildiği zamanlarda, şöyle baştan aşağıya süzer beni. Ola ki Hacı Bekir; o merdivenlerden inme rekoru kırana kadar, dükkandan ayrılmışsa, beni süzüşü biraz daha uzar, alış-verişi bitene kadar da yan gözle bir-iki bakış fırlatır. Bu kızın Hacı Bekir’e zaafını bildiğim halde, bana yan gözle bakması elimi ayağımı niye birbirine dolaştırır, niye dilimi ağzımda büzüştürüp, alacaklarımın adını doğru dürüst söyleyememe gibi hallere sokar beni anlamam...

Bak şimdi de masanın arka tarafına dolandı, ayakta dikilip hem birşeyler yapıyor gibi görünüyor, hem de kafasını ara sıra yaptığı işten kaldırıp, pencerenin pervazına sinmiş Sarman'a gülücükler atıyor.... Sarman tebessümden pek anlar ya...! Şeytan diyor ki; kalk Sarman'ı, kıçına bir tokatla yere indir, aynı hışımla çek tül perdeyi, kolaçan edemesin seni... Bugün benle oyalandığına göre; Hacı Bekir hazretleri henüz dükkana teşrif buyurmadılar sanırım. Hacı Bekir'in de doğarken yüz ifadesini ana rahminde mi unutmuşlar ne, Şehriban’la ilgili hiç bir anlam çıkaramıyorum suratından ve hareketlerinden bakkalda denk geldiğimiz zamanlarda.

Kalkayım kendime şöyle okkalı-sade bir kahve yapayım. Belkıs kalfa bu gün izinli olmayaydı kahvemi de yapıverirdi. Hem onun kahvesinin yanında benimkine Sarman bile yüz vermiyor. Sarman’ın fincanı dahi var. Ağzı genişçe fincandan kahveyi, hatta kahvenin dibindeki telveyi yalayışını bir gören olsa; ya anasının Sarman’ı kahve ağacı kovuğuna yavruladığını sanır ya da babasının kahveci yamağı olduğunu... Sabah kahvesi gelmeden afyonu patlamayan Sarman hazretlerimiz; kahveyi ben yapınca, bahanelerden türlüsünü yaratıp bir pati darbesiyle, fincanı deviri verir nedense... Ah Belkıs kalfa, hep izin kullanmak için, benim boş günümü bulursun... Neyse iş başa düştü; “Sarman efendi, kahvenizi nasıl alırdınız; şekerli, az şekerli?” Bana kısa bir bakış atıp, dışarıyı seyretmeye devam eden Sarman’in bu hareketi ‘yaptığın kahveyi sen içebiliyorsan ne ala’ manasına geliyor herhalde.

Dışarıda inceden bir yağmur var. Sokakta oynayan çocuklar da evlerine kaçmışlar. Çoğu insan nefret eder böylesi kasvetli havalardan, bense bayılırım... Hele böyle, bir elimde kahve fincanı; diğerinde sigara, Sarman’ın solunda durmuş ıslak sokağı, harabe konağın bahçesindeki bakımsız ağaçları seyrederken keyfime diyecek yok. Şehriban perdeyi çekmiş. Anlaşılan bakkala indi. Aslında paketteki son sigarayı yaktım, inip aşağıya sigara almam gerek ama şimdi Şehriban onu kolluyorum zanneder.

Güzel kız aslında; biraz iri. Ama neredeyse beline inen sarıya boyalı saçlarını, upuzun kirpiklerin çerçevelediği yeşil gözlerini, görüp de aklını başında zaptedecek erkek pek azdır. Benim aklımsa; onu her gördüğümde, kısa bir süre için başımı terk etse de; gözlerim Hacı Bekir’i hayran hayran süzüşüne şehadet edince, yolunu bulup geri dönüyor. Zaten Şehriban beni ne yapsın; Hacı Bekir ve daima daha iyiye seyreden hali vakti varken. Üniversite hocasını neylesin, market sahibinin oğlu duruken. Birde benim öğrencilere sevdirebilmek için çırpındığım edebiyatın e’sinden dahi bir haber bu kıza, kimbilir ben ne çulsuz görünüyorumdur.

Bu ev, bu sokak, bu mahalledekiler... Aslında hepsi bana, iç dünyama ne kadar uzak... Zavallı anacığım; pederi kaybettikten sonra benim öğretmen maaşı ve pederden kalan emekli maaşı ile Beylerbeyi'ndeki, denize nazır, üç katlı ahşap evi çekip çeviremeyeceğimizin idrakine varınca, orayı kiraya verip, bu apartman dairesine taşınmayı istemeye istemeye kabul etmişti etmesine de; burda oturduğu yıllar boyunca hiç bir komşusuyla, orada olduğu gibi ahbaplık kuramamıştı. Yedi yıl önce taşındığımız bu mahalle ve mahallelinin birbirleriyle olan ilişkileri; (komşularımızın tabir ettiği gibi, pek öyle burnu havalarda bir kadın olmamasına rağmen) anama pek ucuz görünmüştü. Yine de, yere göğe sığdıramadığı oğlunu; kokmasın diye tuzlamaya gönlü razı olmadığından, mahalledeki kızların anaları ile görüstüğünde en sevimli tavrını takınmaktan geri kalmazdı. Onun bin bir emekle okutup, yetiştirip, her sabah dilinde dualarla Üniversiteye uğurladığı öğretmen oğlu; mahallelinin gözünde, kızlarından birini veremeye gönüllerinin razı gelmeyeceği üç kuruş maaşla geçinen memur parçası, zaman zaman da orta öğretimdeki çocuklarının derslerine yardım eden, ‘öğretmen bey’ oğulları olmaktan ileri gidemedi. Ağabeyimi dizi dibinde tutamayan annem ise bu kızlardan biri ile asla fikir birliğine varamayacağımı, duygudaş olamayacağımı, günde otuz tane anlamsız evrağa sarf ettiğim imzamı; sırf yaşımın geçiyor olması endişesi ile toplumun en küçük bireyini resmileştiren evrağa atmayacağımı anlayamadan, iki sene önce, gözünden dahi sakındığı babama kavuştu.

Yarınki derse hazırlanmam lazım bugünden. Beynimin içi bomboş, yeni birşeylerle doldurmanın tam zamanı. Kalk oğlum Asaf; böyle sokağı, Şehriban’ı seyretmekle koskoca gün boşa geçirillmez. Ay sonlarında maaşımı; evde olduğum günler kızını pek dikkatle seyrettiğim için Şehriban’ın çal-çene anası vermiyor. Madem adımız öğretmen, önce biz öğreneceğiz ki; öğrenmeye zaten hevesleri kısıtlı öğrencilere ite-kaka birşeyler öğretelim.

On iki yildir Belkıs kalfaya ve evin temizliğini gören yeğeni Billur’a çalışma masamı topladıklarında; onları takdir yerine benim dırdırımın beklediğini anlatamadım gitti. Dün akşam üstü çıkarlarken, üstü üste koyup, çorba ederek topladıklarını sandıkları evraklarımı ayrımak için yine deli olacağım. Her defasında, sahipsiz; halasının yanında sığınan Billur’a sesimi yükseltmemek için asabiyetimi vicdanımla kelepçelemeye ne denli gayret ediyorsam, o da beni çıldırtmak için o denli gayret sarf ediyor. Evin temizliğine karışmam, ertesi sabah giymeyi planladığım pantolonumu kurutemizlemeye vermesine sesimi çıkarmam, iç çamaşır gözüme koymayı adet edindiği lavanta torbasını; bu kokunun iç çamaşırlarıma sinmesinden nefret ettiğim halde, yenilemesine bile tahammül ederim ama iş çalışma masama el atmaya gelince; sevmediğim her şeye gösterdiğim tahammül içimde ateşlenmeye zaten hazır olan öfkemle yer değiştiriveriyor. Masamı toplama işini de genelde izinli olduğu günün akşamına denk getiriyorlar ki; onlar yokken taşa duvara öfkemi kusup, döndüklerinde onlara harlayacak soluğum kalmasın diye. Hesapta bana iyilik ediyorlar hala-kız. Anlaşmışlar mı ne, biri unutsa diğeri öbürünün unuttuğu işi unutmamak için özel bir gayret sarfediyor.

Belkıs kalfa nerdeyse yetmişine merdiven dayadı ama ondaki hafızanın, ondaki eli çabukluğun yarısı bende yok. Billur desen ona keza... Bir bakıyorsun kah mutfağı temizler, sen girip de su içesiye veya bir şey alasıya, o öbür odalardan birine geçmiştir bile boşa vakit kaybetmesin diye. Allah, bir gün bana ihtiyaçları kalmayacağı bir fırsatı onlara verip, benim de cezamı verecek diye içten içe korkmuyor da değilim hani. Ya onlar olmasaydı...? Belkıs kalfa on iki yıldır bizim evin hem orta işini görür hem de yemek yapar. Biz nereye; o oraya. Son iki senedir Billuru da yanına almaya başladı; hem iki işe birden yetişmeye kudreti kalmadığından, hem de koca İstanbul’da kimsesiz yeğeninin elinden tutmak için çabaladığından. Bildiğim kadarıyla Belkıs kalfanın kocasından kalan bir emekli maaşı var. Ne çoluk ne çocuk... Billur’un da anası-babası ve erkek kardeşi köye giderlerken üç yıl önce trafik kazasında ölmüşler. İki kimsesiz kadın birbirlerine sığınıp, birbirlerine tutunmuşlar; içinde yaşamaya çabalayanları aç bir dinazor gibi sömürüp yutan büyük şehrin yaşam koşullarına göğüs gerebilmek için.

Belkıs kalfa anamın dert ortağıydı. Bizim evde çalışan biri olmaktan çok anamın en yakın dostuydu. Güngörmüş kadındır. Nerde ne yapacağını, kiminle ne konuşacağını bilir. Billur da anası-babası ölünce, lise birinci sınıfı zar zor bitirip okuldan ayrılmış. İlk bir sene bir tekstil atölyesinde çalışmış. Önce patronunun, sonra oğlunun derken atölyedeki erkeklerin tacizlerinin ardı arkası kesilmeyince çıkmış işten. Bir ara mahalleli kadınlara okuma-yazma öğretmeye başlamış ama bakmış ki gelir sağlayacak bir işinin de olması lazım, sığınmış Belkıs kalfandan gelecek hayra. Sonra Belkıs kalfa, bir Pazar günü, bir kuşsütü eksik kahvaltı sofrası donatıp, bana konuyu çıtlattı. Kendisinin, temizlik işleri için artık çok yaşlandığını; nasıl olsa bu işleri gördürecek birine ihtiyaç olduğunu, yabancı birinin yerine Billur’un gelmesinin daha uygun olacağını uzun uzadıya anlatıp durdu. Bunca yıllık kadınlık tecrübelerine dayanarak biliyor ki; benim gibi iştahsız bir erkeğin dahi önüne konan menemenin ve çayın mis gibi kokan büyüleyici etkisi karşısında reddetme gücünün eriyip gittiğini. O bunları anlatırken, ben bir taraftan aç karınımı doyurup, birtaraftan da anlatığı her şeye, pek de dikkat kesilmeden ‘evet’ anlamında başımı sallayıp duruyordum. Işte böylece Billur’da Belkıs kalfa ile belli bir bölümünü paylaştığmız gündelik yaşamın içine dahil olmuş oldu.

Billur; sessiz, sakin kendi haline bir kız, tıpkı adı gibi... Pürüzsüz bembeyaz bir yüzü var ve o beyazlıktan daima dalgın dalgın bakan kocaman iki kara göz... İnce, uzun, narin görüntüsünün aksine, altından kalkamayacağı iş yok gibi. Evin içinde sessiz sedasız dolanır, üstüne düşen vazifeleri eksiksiz yapar, hatta çoğu zaman Belkıs kalfa’ya mutfakta da yardıma koşar, kıyamaz halasına. Bazen, şu Şehriban Hacı Bekir’e bir nefes aldırsa da bizim Hacı Bekir’de Billur’un farkına varsa; böylece Billurcağız iyi bir yere kapak atsa diye aklımdan geçirmiyor değilim. Bazen de belki her genç kızın yüreğindeki aslandan bir tane de onun yüreğinde var mıdır acaba diye merak ederim. Haline, tavrına bakıldığında Billur’un kendi dünyasına gömüldüğü; yüreğinde bir aslan besleyecek kadar dış dünyayla pek ilgili olmadığı kanısına varıyor insan ama belli mi olur... Billur’un Hacı Bekir’e gönlü düşse bile, Şehriban o gönlü parça-pinçik edecek pençelerini gösterince; kızcağızın gönül ipini salmasıyla toplaması bir oluverir. Ders notlarımın toplanıp, masamın sağ üst tarafına; yazdığım kitap sayflarının sıraya dizilip masanın sol tarafına konduğuna bakılırsa; masamı toplayanın Billur olduğu kesin. Belkıs kalfa olsa bunları ayırmakla vakit harcamak şöyle dursun; ne olduklarına bile bakmadan hepsini üst üste, gelişi güzel koyuverirdi.

Buyur işte, tam masanın başına oturup, oraya buraya dağılmak için bahane arayan düşüncelerimi zar zor toparlamışken; Sarman bacaklarımın arasında dolanmaya başladı. Aşkımdan değil; açlıktan öldüğünden. Şehribandı, Billurdu, Belkıs kalfaydı derken Sarmanın yemeğini vermeyi unuttuk. Gel bakalım Sarman efendi; bugünkü mönü için ne bırakmışlar sana bir bakalım...? Masamı ardebeye çevirmeyen bir sen kalmıştın. İn şu masadan aşağı! Yazdığım cümleyi tamamlayayım vericem işte yemeğini, bakma öyle suratıma, kedinin ciğere baktığı gibi...! ...



Birgünü daha devşirmiş olmanın rehavetiyle Beyazıt sokaklarında, sabah telaşla nereye park ettiğimi tam hatırlayamadığım, emektar; hatta emekli olma yaşı çoktan gelip de geçmiş arabamı arıyorum. Rızamız harici cebimizden çekilen vergilerin, her ay artan fatura bedelleri olarak geri dönüşü dışında; belediyelerimizin en ve de tek istikrarlı hizmetinden bugün nasibimi almadıysam; yani, arabam çekilmediyse, bu sefer daldığım sokakta arabamı bulmayı umut ediyorum... Umut fakirin ekmeği nede olsa... Ekmeğin yanında, katık arama hülyasına dalmaya dahi gerek duymadan; bize sunulup sunulmadığından emin olamadığımız günleri; eski umtlarımız daha meyve vermeden, yeni umutlarla filizlendirip, bir sonraki güne aktarıyoruz. Salı sallanır deyimi en çok benim hayatıma uyuyor sanırım; zira sabahtan akşama dek okulda olduğum bir gün. Yani sallandıkça sallanıyor... Çarşambayı ucundan yaklama hevesiyle; kol saatim ile gözlerimin teşvik-i mesaisi en üst düzeye varıyor haftanın şu sallanan günlerinde...

Mutfağın ışığı yandığına göre Belkıs kalfa yemek telaşında... Arabayı bulduk, evin yolunu da bulduk, birde evin anahtarını buldum mu evrak çantamın içinde, uzun bir günün ardından evime dönmüş olmanın mutluluğunu yaşamama hiç bir şey engel olamaz artık. Belkıs kalfayı korkutmak amacıyla mutfağa ani bir dalış yaptım ama mutfak, akşam yemeğine hazırlanmış masa ile baş başa... Demek, Belkıs kalfa yemeği hazırlayıp gitti. Odamın kapısını açınca; Billur’u, elinde romanımın müsvetteleri, yatağımda yarı uzanmış halde buldum. Elindekilere öylesine dalmıştı ki; benim eve geldiğimi bile farketmemişti.

Odanın kapısını açmamla, Billur’un yerinden fırlayıp, elindeki sayfaların yere saçılması bir oldu. Anasından gizli iş çeviren çocuğun suç üstü yakalanmasından daha beter bir hal oldu. Utancından üstündeki mor buluzun rengini alan yüzünü yerden kaldıramıyor; yere saçılanları mı toplasın yoksa odan mı kaçsın bocalıyordu. Kızcağızı daha da utandırmamak için, abes bir durum yokmuş gibi yapmaya kendimi zorlayarak “Romanı beğendin mi Billur?” diye sordum. Onu düştüğü durumdan çekip alayım derken, kızcağız büsbütün yerin dibine geçmişti ki; birşeyler söylemek için ağzını araladı ama kekelemekten ileri gidemedi.

Yere saçılan kağıtları aceleyle toplamaya çalışıyordu. Elimdeki çantayı olduğum yere bırakarak, bir iki adımla yanına vardım. Kağıtları yerden toplamasına yardım ederken anladım ki; biraz önce kekelediği kelimeler bir araya gelmeyi başarabilselerdi, cümle halini alıp, Billur’un benden özür dilediğini anlamamı kolaylaştırmış olacaklardı. Billur, bir yandan elime destelediği kağıtları tutuşturuyor, bir yandanda hala özür dilemeye çalışıyordu. Toplama işi bitince ayağa kalktım, onu da kolundan tutup ayağa kaldırdım. Kolu öylesine zayıftı ki, parmaklarımın arasında bir an kalem tutuyor olduğum hissine kapıldım. Kızın utancı ve narinliği karşısında; onu yatağımın üstünde yarı uzanmış vaziyette gördüğüm ilk andaki şaşkınlığım ve öfkem yerini merhamete bırakmıştı. “Ben bunları birilerinin okuması için yazıyorum Billur. Mahcubiyete gerek yok. Burası benim, senin, Belkıs kalfanın, dahası hepimizin evi. Ha bak, yatağın içine girip de okusaydın gücenirdim doğrusu” diye nükteli bir cümle ile olayı savuşturmak istedim. Kolunu bırakınca odadan ok gibi fırladı gitti.

Demek kendi halinde, dış dünyayla ilişiği neredeyse hemen hemen yokmuş gibi bir intiba uyandıran Billur; benim romanımı okuyormuş gizli gizli. Hem çok şaşırdım, hem de nedenini anlayamadığım bir hoşnutluk kapladı içimi. Çok az olduğunu tahmin ettiğim okurlarımdan biri, burnumun dibinde yaşıyormuş meğer, benim haberim yokmuş. Akşam yemeği için mutfağa girmemle, Billur’un mutfaktan kaçarcasına çıkması bir oldu. “Abartma Billur, gel otur da biraz anlat bakalım, henüz bitmemiş olan kitabımı nasıl bulduğunu” diyecek oldum ama bu onu daha çok utandırır diye vazgeçtim. Bu evde dolanan bir genç kadının varlığının farkına, az önce odada Billur’un kolunu tuttuğum zaman vardım. Genelde tüm diyaloglarım Belkıs kalfa ile sınırlı kaldığından ve de Billur’un ayak altında pek dolaşmama gayretlerinden dolayı onun varlığının pek farkında olmadığım fark ettim. Hatta Belkıs kalfaya olan düşkünlüğümün yanında onu nedenli ihmal ettiğimi görüp, kendimden utandım. Kendi yaşantımla, yaşantımın içinde cereyan eden olaylarla meşgul olurken; neredeyse günün on beş saati aynı evi paylaştığım insanların yaşantılarına ne denli uzak kaldığımın da farkına vardım.

Zavallı Billur; anası-babası yok, kardeşi yok, varı yoğu bir halası. Başka ahbabı, arkadaşı var mıdır; iyi ve kötü günlerini paylaşabileceği dostları var mıdır bilmem.... Bunları düşünürken, miskinliği bir kenara bırakıp bu kızcağıza biraz vakit ayırmak gerektiğini hissettim. Bir cesaretle boğazımı temizleyip, kendinden emin bir tonlamayla seslendim “Billur! Biraz gelir misin?” Bir iki dakika bekledim; ne gelen var ne giden. Belkide bana görünmeden çıkmıştı evden. Şansımı bir kez daha denedim; baktım sessizce mutfağın kapı aralığında beliriverdi, başı yine önünde. “Billur, sen yemeğini yedin mi?” Başını belli belirsiz sağa sola oynatışınadan, yemediği anlamını çıkarttım. “Eh, kendine de bir tabak koy, yalnız yemek yemekten kapanan iştahım biraz açılır bakarsın” Hiç bir hareket yok. Hala öylece kapı aralığında dikilyor. Belkide; delirdiğimi veya erken bunadığımı düşünüyordur. Neden sonra, baktı kaçacak yeri yok; mutfak dolabına uzanıp, kendine tabak,kaşık, çatal çıkarttı ve tam karşımdaki sandaliyenin ucuna ilişti. Hani ‘böh’ desem fırlayıp kaçacak sanki... “Eee, ne pişirdi Belkıs kalfa bugün, hadi banada kendine de servis yap. Ben de ekmeği keseyim.”

Tabağındaki taze fasülyeyle oynuyor. Desem kılçıklarını ayıklıyor; Belkıs kalfa fasülye iki santim kalasıya kadar ayıklar. Bilir fasülyeye pek itibar etmediğimi, hele kılçıklısından hiç haz etmediğimi...”Belkıs kalfa böyle fasülyeyle cebelleştiğini görse, fasülyeyi sevmediğini sanıp, taa ki sen çaresiz kalıp yiyinceye kadar her gün fasülye pişirir. Delikanlıyken ayırmadığım yemek yoktu; anam da nazlı oğluna kıyamaz, ben ne seviyorsam onu pişirtirdi. Belkıs kalfa baktı hafta yedi, evde beş gün kaldır kondur aynı yemekler pişiyor; anama ‘bu böyle olmaz, yemek ayırmamaya alışacak’ diye resti çekip, yemek konusuda beni yola getirme işini ele aldı. Ondan sonra ben o yemeklere alışasıya kadar, hafta yedi evde Allahın yedi günü ne sevmiyorsam o pişti. Eh, bir gün dışarıda, iki gün dışarıda yedim; baktım olacak gibi değil, paşa paşa alıştım, asla ağzıma sürmeyeceğimi düşündüğüm yemeklere. Şimdi senin de böyle taze fasülyeye burun kıvırdığını bir öğrenirse yandık keremin arpa tarlası gibi. Döneriz vallahi fasülyeli günlere...”

Gözleri önündeki tabakta, gülmeye başladı anlattıklarıma. Çok şükür inceden de olsa aramızda bir bağ kurmayı başarabilmiştim. Ben konuşmayı, o da gülmeden ziyade tebessümü kesince yine uzun bir sessizliğin ortasında kala kaldık. Pilavları koymak için ayağa kalktı, tabaklara pilavı koyup yine sandalyeye ilişir gibi eğreti oturdu. Tam aramızdaki sessizliğin daha ne kadar uzayıp gideceğini merak ederken, birden “Ben fasülyenin her türlüsünü çok severim” deyiverdi. Bir an, mutfakta bizden başka bir üçüncü kişi daha var da o konuşuyor sandım. Hiç bozuntuya vermeden “Eee... o zaman deminden beri niye sebzeciğe çatalla işkence edip duruyorsun?” Sorum havada asılı kaldı, çünki Billur deminden beri gözlerini ayırmadığı tabaktan başını kaldırıp bana cevap verme tenezzülünde bulunmadı.

Neden sonra, fasülyeyle oynamanın neşeli bir tarafı olmadığına karar vermiş olsa gerek ki; bu seferde, çatalla, tabağına kuş kadar koyduğu pilavin ilişkisini arttırmaya girişti. “Şu Belkıs kalfa gibi pilavı denk düşürenine daha rastlamadım. Nasıl oluyor da her seferinde bu kıvamı tutturabiliyor acaba?” Havadan sudan konuşup, asıl mevzuya dokunmamaya çalışarak, aklım sıra Billur’un tedirginliğini azaltmaya çabalıyordum. “Biliyorum, ben pek fena bir iş yaptım, büyüklük gösterip yüzüme vurmasanızda, ben kabahatimin farkındayım. Ben halamla konuşur,durumu anlatır, artık gelmem. Ama inanın Asaf Bey; romanınızın sayfalarından mada tek bir kağıt parçasına göz dahi gezdirmedim.”

Bir an afalladım, sanki hırsızlık yapmıştı da; bir daha gelmemekten söz ediyordu. Bir daha gelmeme ihtimali aklımdan geçerken; sanki bir el yüreğimi sıktı, sanki yara olan parmağıma kolanya değdi... Tarifini yapamadığım sıkıntı ile acı arası bir sızı geçti damarlarımdan. Kısacık bir an onun bu evde dolanmadığını, genç nefesi ile tazelediği havanın evin içine dolmadığını düşününce; çok sevdiğim bir yakınım, bir daha dönmemek üzere uzaklara gidiyormuşcasına bir üzüntü dalgası yayıldı içime. Billur’un veya Belkıs kalfanın bu evden ayrılacağı düşüncesinin beni bu denli sarsacağını ummamıştım. Bu şaşkınlıktan kurtulmaya çalışarak “ Yok daha neler, niye gelmeyecekmişsin artık? Hem bir romanı okumanın fenalık neresinde anlayamadım. Nasıl ki bu ev Belkıs kalfasız olmazsa, bil ki; artık sensiz de olmaz” diye karşı çıktım söylediklerine.

Söylediklerimi işitince belli belirsiz bir tebessüm yayıldı dudaklarına. Sonra, hep o dalgın dalgın bakan kocaman gözlerini gözlerime çevirip, mırıldanır gibi bir sesle “Siz çok iyi birisiniz Asaf bey, hakkınızı nasıl öderiz bilmem. Sizin yerinizde başkası olsa çoktan kapıyı göstermişti” Biraz önceki şaşkınlığımdan iyice sıyrıldığımdan olsa gerek, daha mantıklı cümleler bulabilmiştim bu sefer. “Bu ev üçümüzün evi Billur. Onun için kimse kimseye böyle bir şey yapmaz. Belkıs kalfa ile yıllarımız geçti beraber. İyi günlerimizin yanında kötü günlerimizde oldu. Ama en kötü günlerde bile birbirimizden ayrılmayı düşünmedik. Sende düşünme! Daha iyi şartlar seni bulana dek buranın kapısı sana hep açık” Hay Allah, şimdi ne gaf yaptımda yine yüzü soldu...? Sırf yemiş olmak için tabaktaki pilavdan bir iki çatal aldı. Sonra sofrayı toplamaya koyuldu. O sofrayı toplarken bende, günün en keyif veren sigarasını yaktım. Salondan kül tablası getirdi ve yine işine döndü. “Billur, senin Belkıs kalfadan mada kimin kimsen var mı?” Yüzünü dönmeden cevapladı “Var, siz varsınız ya! Şartlar ne olursa olsun, siz istemeyene kadar ben bir yere ayrılmam.”

Az önceki yüzünün soluşunun sebebi buydu demek. Birgün bu evden ayrılma düşüncesi... Cevabına karşılık söyleyecek bir şey bulamadım. Lafı dolandırıp, merakımı yenebilirim düşüncesiyle bir soru daha sordum. “Burda olmadığın zamanlar ne yaparsın, hep evde halanın yanında mı durursun?” Yemekten sonra içmeye bayıldığım kahvenin kokusu gelmeye başladı burnuma. Billur da Belkıs kalfa da kahve konusunda ihtisas yapmışlardı sanki... Yaptıkları kahvenin üstünde hem bir parmak köpük olur, hemde kömür ateşinde pişmiş kadar lezzetli. Cezvenin dibinde kalandan Sarman da aldı nasibini. Utanmasa yanında bir de sigara isteyecek benden, yalana yalana öyle keyifle içiyor ki kerata. “Sen kahve sevmez misin?” diye sordum. “Severim, ama bu usül kahveyi değil. Seminerlere gittiğinizde, yurtdışından bize getirdiğiniz ecnebi kahvelerini daha çok seviyorum.”

Yeni nesil işte; ünü yabancı uluslara mal olmuş, lezzetinin bir eşi daha olmayan kahvemize burun kıvırıp, sıcak suda eriyiveren, kolay işi kahveye tamah ediyor. Yetişen nesil, böyle Avrupayi yaşamın peşinde sürüklenirken; bize ait, bize has birçok gelenek ve adet gün be gün eksilerek yok olacak endişesine kapılıyorum. Oysa gönül ister ki; Avrupa’nın teknolojisini ve yaşam standartlarını, kendi ananelerimizi koruyarak, dejenerasyona izin vermeden, yakalayabilmeyi. Yıllar yılı katı toplum kuralları, düşük yaşam standartları, hiç bir dayanağı olmayan batıl itikatlar arasına sıkışıp kalmış; özgürlüğe, yeniliğe acıkmış toplumumuzun, yeni dünyanın getirilerini, hazmederek yaşantısına katacağını düşünmek hayal perestlik olur. Kimbilir hangi dönemeçleri, toplumun kuralları gereği dönemeden geçen ama dönseydi ne olurdu diye merakını içinde hapseden Billur’un yabancı kahvenin tadına alışması da eminim fazla zaman almamıştır.

Belki de aile büyüklerine, eşe dosta, hatta bana günde bilmem kaç kez sunduğu kahveyi yapabilmek için ocak başında, cezve içindek kaşık döndürmekten usanmış ve ecnebi kahvenin hazırlanışının kolaylığı, onu cezbetmişti. “Madem öyle, kaldıysa ecnebi kahvemiz, kendine de bir fincan yap da bütün gün didindikten sonra bu kadarcık keyfi hak eden bünyemize hakettiğini vermiş olalım:” Bu arada mutfaktaki işini bitirmiş, benim salona geçmemi bekliyordu tahminen, beni mutfakta bırakıp gitmek ayıp kaçar diye. “Yok sağolun, ben birazdan eve giderim, hava iyice kararmadan.”


Akşamları en sevdiğim saatler... Ben ve kedimiz Sarman ile evde başbaşa.... Hafta ortası genelde bir sonraki güne hazırılk yaparak, hazırlanacak dersim yoksa; romanımla ilgilenerek veya kitap okuyarak geciririm akşamlarımı. Bazen Aydın gelir bana oturmaya, onunla fikir fırtınasına dönüşür her sohbetimiz. En yakın iki dostumdan biridir ve adı gibi oldukça aydın bir insandır. Yirmili yaşlarımızda; hafta ortası da olsa, haftada bir iki akşam dışarıda buluşur, bir-iki kadeh birşeyler içer ve güzel vakit geçirirdik. Ancak yaşımız otuzu geçince, bedenimizin de uykusuzluk ve yorgunluğa tahammül sınırı yaşımıza ters orantıda azaldığından; hafta ortası dışarıda buluşmalarımızı hafta sonlarına veya Cuma akşamlarına kaydırmaya başladık. Bazen havanın soğuk olmadığı akşamlar, eski semtimize, Beylerbeyi'ne gider; gözlerimi muhteşem sahil manzarasıyla, ciğerlerimi mis gibi deniz havasıyla doyurana dek sahilde bir aşağı bir yukarı yürürüm. Yıllarca Beylerbeyi'nde oturup; buraya taşındıktan sonra sahile duyduğum özlem hergün çoğalırken, Beylerbeyi'ne inebildiğim akşamları iple çeker oldum.

Şehriban perdeleri kapamış, anlaşılan babası işten eve döndü. Namus, haysiyet, şeref gibi kavramları, insanlarımızın birçoğu gibi yanlış yerlerde arayan Şehriban’ın babası, bir bilse evden çıkmasıyla; yüzünü her sabah güneşe dönen ayçiçeği gibi kızının pencereye ve dolayısıyla markete dönmesinin bir olduğunu... Bu mahallede, Şehriban’ların apartmanının giriş katında oturan Hacı teyzeyle görüşürüm arada. Hacı Teyze; seksenli yaşlarında, temiz-pak, elinden Kur-an,dilinden Allah düşmeyen benim gibi yalnız yaşayan bir kadıncağaz. Eve erken geldiğim günler arada uğrar halini-hatırını sorarım, çok memnun olur kendisiyle ilgilenmeme. Hele bir de pek sevdiği akide şekerlerinden götürürsem; yaşlılıktan ve zayıflıktan buruş buruş yüzüne gömülü boncuk mavisi gözleri mutlulukla parlar. Yaşına rağmen inanılmaz dinamik, kendi işini kendi görebilen Hacı Teyze, turşu bastığı zaman mutlaka bir kavanoz da bana ayırır. Benim ona tatlı, onun bana ekşi ikramımız yaklaşık bir-iki yıldır sürüp gitmekte. Bu akşam yapacak pek bir işim yok nasılsa, hazır aklıma gelmişken Hacı Teyze’ye inip bir hal hatır sorayım...

Hacı Teyze’nin verdiği haber mahalleyi yedi gün, yedi gece sallamaya yeter de artar; Hacı Bekir sözlenmiş, hemde hemşerisi bir kızla! Yazık oldu Şehriban’ın hayallerine ve hergün defalarca merdiven inip-çıkarak tükettiği dermanına... Boşuna değilmiş Şehriban’ın bin bir türlü cilvesine karşı; yerinden oynamaz Kabe taşı gibi tepkisizliği... Ben de içimden ona ‘Beton Bekir’ diye isim takarak haksızlık etmişim delikanlıya...Gerçi fizyonomisi eski Türk filimlerindeki fedaileri adırmıyor değil hani ama demek gönlünde yatan bir dişi kaplan varmış da ondan başkalarının göz süzüşüne aldırmazmış... Vah Şehribancık; pencereden sarkmak şöyle dursun, artık bu şokun üstüne pervazı sökütürüp, beton döktürür pencere boşluğuna... Zavallıcığın yaşı da geçiyor benim gibi; son treninde makasını değiştirip yoluna döndüremediğine göre, ailesinin bulduğu birine eyvallah demekten başka çaresi kalmadı artık. Yahu şu Şehriban’da yalnız dünyamı amma meşgul eder oldu; işim gücüm tükendi de sanki onu düşünür oldum. İster misin; Hacı Bekir elden gidince bana döndürsün rotasını... Yok daha neler... Olur mu olur...? Tam da bana göre; ne anlaşırız ya... Ben derim Nazım Hikmet; o anlar nazım da var bir hikmet, ben derim edebiyat; o anlar edepli yat...Neyse bırakmalı Şehribanı ve aşk hayatını düşünmeyi de yatmalı.... ...


Benim herzaman kitap okumak için oturduğum cam kenarındaki koltukta; bir ayağını altına almış, kıpırtısız oturuyor. Yüzü iyicene kaşık kadar kaldı. Elinde mendil, gözleri ağlamaktan kıpkırmızı...İki gündür ne yedi, ne içti. Konuşmuyor da... O bu haldeyken bir şey soracak veya söyleyecek oluyorum; kelimeler ağzımda düğüm oluyor, cümleleri kuramıyorum. Şimdi ne yapacak, nerede kalacak, kimin kanatları altına sığınacak kim bilir..? Belkıs kalfanın böyle ansız gidişine mi üzüleyim; Billur’un ortada bir başına kalışına mı şaşırdım kaldım. Belkıs kalfa benim için ana yarısı sayılırdı. Önce babamı, ardından anamı ve onlardan uzun yıllar ayrılmayan Belkıs kalfa’yı mekanı cennet olsun dileklerimize dahil ettik. Sıra yavaş yavaş bana geliyor. Nasıl alışacağım; Belkıs kalfanın evde yarattığı boşluğa bilemiyorum... Belki Billur’da gelmez artık; kendine bir yol çizer ya da tutunacak bir dal arayışı içinde karşısına çıkan ilk adamla evleniverir kim bilir...?

Günlerdir içimdeki hüznü dağıtacak hiç bir şey bulamiyorum. Yazmak beni rahatlatırdı. Romanın sonlarına geldim; yazmanın en tatlı yeri ama gel gör günlerdir elime kalem alasım yok. Yüzüp, kuyruğuna geldiğim ve neredeyse üstünde iki yıldır çalıştığım romanı bitirip, yayın evine teslim etmem gerekirken; yaşamımdan Belkıs kalfanın kayıp gitmesi, yani yaklaşık bir-iki haftadır, hayatımda bir sonu yaşıyor olamam; romanımdaki sonu getirtmiyor bana. Kedimiz Sarman bile –ki o daha çok Belkıs kalfanın biricik kedisiydi- kahve keyfinden vaz geçti. Hissettiği için midir yoksa bizim kahvelerimizde aynı tadı bulamadığından mı bilemiyorum; fincanına koyduğumuz kahvenin yüzüne bile bakmıyor. Huyu değişti hayvanın; çalışma masamın üstüne çıkıp beni deli etmiyor, pencere önüne kurulup dışarıyı seyretmiyor, varsa yoksa Belkıs kalfanın siyah süet terliğine pençeyi takıp ordan oraya sürükleyip duruyor. ‘Yaa Sarman efendi; Billurcuğun haline üzülüp duruyoruz ama bizim durumumuz da iç güveysinden farkılı değil.’

Billur her gün geliyor yine eskisi gibi. Sanki daha da zayıfladı, yüzünde sonradan kondurulmuş gibi duran kocaman siyah gözleri sanki ufaldı. Evin bir odasından diğer odasına koşturan Billur gitti; yerine ağır aheste bir kız geldi. Gerçi Allahı var; işini hiç baştan savma yapmıyor ama onun bu feri kaçmış gözleri, telaşsız hali beni büsbütün üzüyor. Ben okuldan dönünce birlikte yer olduk akşam yemeklerini Belkıs kalfa gitti gideli. Öğrencilerimden, okulda cereyan eden espirili olaylardan laf açıyorum; bulup buluşturup bir şeyler anlatıyorum; tükenmek üzere olan enerjimin son demlerini onun yanında kullanıyorum ki; evde hepten matem havasına bürünmeyelim diye ama o ya tebessüm etmekle yetiniyor ya da sessizce dinlemeyi tercih ediyor. Bazen yüzüme dalan bakışlarını yakalıyorum. Benim fark ettiğimi anlayınca bakışlarını başka yöne çevirse de; uzun uzun beni incelediğini hissediyorum. Bazen de benimde bakışlarımın ona takıldığı olmuyor değil.

Şehriban’ın o kadar süsünün, püsünün; düzenli boyanan sarı saçlarının; dizinde biten empirme eteklerinin altına giydiği ince topuklu terliklerle pekiştirdiği dişiliğinin; yeşil gözlerinin yanında Billur’un sadeliğinin lafı bile edilmezmiş gibi düşünülebilinir. Ama tüm bu albenili özellikleri Şehriban’da bir hafiflik yaratırken; Billur’un sadeliği ona yaşından daha ağır bir hava katıyor. Sülün gibi incecik fiziğine tezat oldukça iradeli bir kız. Kulak hizasında düz kesimli koyu kestane rengi saçları, yıllar yılı kulağından hiç çıkarmadığı altın halka küpeleri, koyu renk giyisileri ile Şehriban’ın modaya endeksli, hemen her gördüğümde değişen görüntüsünün yanında; hiç değişmeyen bir Billur var.

Bazen böyle ikisini kafamda kıyaslarken İstanbul’da başka başka tarzları olan kadın olmadığı hissine kapılıyorum nedense. Billur’un “Asaf Bey, bir bardak çay daha ister misiniz?” sözleriyle sıyrıldım düşüncelerimden. “Olur Billur yanında bir dilim kek daha ver bari, çok güzel yapmışsın eline sağlık” Onun yemeklerini övmem onu mutlu ediyor, bunu fark ettim. Belkıs kalfanın yemeklerinden sonra onunkileri beğenmeyeceğimi zannediyordu galiba. Belkıs kalfayı aratmıyor, hatta salataları tablo gibi süsledikçe; ot familyasını yemekten saymayan benim bile iştahım körükleniyor. ”Evinden çıkacakmışsın Billur, Hacı Teyze’den duydum, doğru mu?” Kekini övdüğümde yüzünde beliren tebessüm, soruyu sormamla donuverdi. “Doğru,ev sahibiyle konuştum, bu ayın sonunda boşaltacağım evi.”

Hacı Teyze ile arada dertleşirdi Billur. Son zamanlarda onu hepten Belkıs kalfanın yerine koymuş gibiydi. Hacı Teyze de; tazeciğin haline üzüldüğünden, belki ben bir çare bulabilirim diye, Billur’un gururuna yedirip bana anlatmadıklarını anlatıvermişti. Belkıs kalfa hayatından gidince, evlerine giren bir maaş ta gitmişti ve Billur’un benden aldığı maaşla hem kendini geçindirip hem de oturdukları evin kirasını ödemesi pek mümkün değildi. Hani oturdukları semtte Beylerbeyi olsa yanmayacağım. Daha kenar köşe bir semtte, daha ucuz bir ev arayacaktı. Hacı Teyze, Billur’un maaşına biraz daha katkı yapayım diye bunları anlatmıştı. Maaşını seve seve arttırmasına arttırım da; gencecik bir kız Istanbul gibi aç kurtların fır döndüğü bir şehirde tek başına...

Düşündükçe yüreğimde huzursuz bir kıpıtıdır başladı. Bunları öğrenince, bu akşam yemekte, onu üzmemek adına ertelediğim bu mevzuyu açmak için, bin bir yol düşündüm ve en sonunda yekten sormaya karar verdim. “Peki, nereye taşınacaksın, ev buldun mu?” Bu kızın, söylemeyi münasip görmediği konularda böyle sessiz kalışı karşısında dilim bağlanıyor, diyeceklerimi de diyemiyorum. ‘Verdiğin maaşla anca karnımı doyuruyorum, utanmadan bir de ev bulup bulmadığmı mı soruyorsun’ dese daha mutlu olacağım. “Billurcuğum, ben senin maaşını ikiye katlama kararı aldım almasına da; sen maddi manada rahatlasan bile, böyle bir başına... Yani, çok zor olur diyorum.”

İncecik parmaklarının arasında daha da zarifleşen kristal çay bardağı elinde; benim oturduğum kanepenin karşısındaki puf’a oturdu. Gün dönmek üzereydi; gökyüzü alacalı kızıllığını, perdeleri açık camdan içeri yollamakta nazlanıyor gibiydi. Akşam üstü loşluğu ile ağırlaşan odada hafif hafif duyulan Beethoven’in 15. senfonisini dinledik; birbirimizin bilemediği içimizdeki düşlere dalarak. Usulca yerimden kalktım, karşısına gelip çömeldim. Gözlerini elinde duran çay bardağından sıyırıp, merakla yüzüme baktığı sırada; ellerini ellerimin arasına alıp sordum: “Billur, yalnızlıklarımızı birleştirip, artık yarınlarımıza taşımamaya ne dersin?”

Daima dalgın dalgın bakan o güzel gözleri ilk kez, çok sevdiği oyuncağını kaybedip sonradan bulan bir çocuğun sevinciyle parlamış, yanakları al al olmuştu. Bense uzun zamandır içimde bir yerlerde arayıp durduğum huzurun, yanıbaşımda durduğunu, geç de olsa farketmiş olmanın sevinciyle gülümsüyordum. Çöktüğüm yerden doğrulup; yalnızlığıma açık perdeleri kapattım. Billur’un yanına döndüğümde kedimiz Sarman bu evde ona en çok yakışan yerde; Billur’un kucağında yerini almıştı bile...
 
çok güzel paylaşım için tşk.

trancer son yazılar sana mı ait ?
 
Bugün yine çıkmazlar içerisinde yaşadığım br gün geçti sayılı dakikalarım içerisinde alınıp verilen nefesler hanesine ...
Yine istenmeyen görüntüler, ümitsizlikler, haksızlıklar içerisinde geçti bir gün ve koca bir acı.
Okulumda hiç istemediğim görüntüler parasızlık ve imkansızlık içerisinde okumaya çalışan öğrencilerim ve onların gözündeki tam zıt bir şey olan parıldıları takıldı gözüme ...
 
İstenmeyen bir hayat yazgısı içerisinde bocalayan ve bilinçsiz bir aile ve çevre içerisinde eriyip kaybolan nice dahiler göründü gözüme ... Acıdım ve kederlendim yine. Deniz yıldızı misali acaba hangisini ilk önce kurtarsam dedim, kendimin battığını görmezlikten gelerek o ikilemler bataklığında ...
 
Evet her biri birer deha olabilecek onlarca öğrencim vardı ve çok kalabalık sınıflarda her gün biraz da kayboluyolardı ve hayatın acımasız eşitliğinde yok olup gidiyorlardı yavaş yavaş...
 
Sonra otobüse sırf yaşlılığından ve yavaş hareket etmelerinden dolayı alınmayan ve beklenmeyen ihtiyarlarımız ilişti gözüme. ağlamak istedim, belki şoföre isyan etmek istedim oturduğum koltuğumda! ama sustum çaresizlik içerisinde ve hayatın yoğun telaşı ve endişeside. Benimde duygularım ve hislerimin eridigini hissettim, paslanmış vicdanımın sızladığı anda ...
 
Bende yaşlanacaktım ve bende alınmayacağım filan tarihteki bir gelecekte!
 
korktum yaşlanmaktan !
 
Her gün biraz daha yaklaştığımın yaşlanmak duygusu ürperti verdi bana. bugünün gençleri elbetteki yarının yaşlıları olacaktı bu dünya düzeninde ve bende yerimi olacaktım o düzen içerisinde belkilerle dolu ikilemler içerisinde ...
 
Acaba! dedim kendi kendime. Birşeyler yapılması lazım dedim kendime ve ne yapılabilir düşünceleri içerisinde yine hayatın acımasız akışında otobüsün seyri içerisinde vardım gideceğim yere. Uzak olan ama bir o kadar yakın sona vardım karamsar düşünce ve duygularla ...
 
Eski bir arkadaşım çıktı karşıma, başarının doruğunda olmasına rağmen ödüllendirilmemiş ve bilakis tam aksine yargılanmış ve suçlanmış buldum onu hayatın içerisinde ailesi çevresi sevdikleri tarafından. ama hala gülebiliyordu hayata acı bir tebessüm ile. Meydan okuyordu çaresizliğe ve istemiyordu hüznü ruhunda ve bedeninde...
 
Utandım bir yerlerde olmamadan ve birşeyler başarmamdan onun gölgesinde. Aynı yolda beraber bir çok başarılara imza atan iki arkadaş ve biri hayatın akışına yelken açmış giderken diğeri çaresiz ve yargılanmış. Dudağındaki titrek tebessüm ve kalbindeki buruk sevinç utandırdı beni ve daha fazla konuşamadım karşısında!
 
Eğdim başımı!
 
Sustum ve sayılı nefeslerim içerisinde olmasaydı keşke dedim o anın ve yaşadıklarımın ...
 
Ayrıldık bir süre sonra istemeyerek de olsa birbirimizden ve iyi dilekler temennisi ile teselli ettik birbirimizi iki yüzlü ve yapmacık gülümsemeler eşliğinde ...
 
Bitirmiştim günümü ve başlamıştı gecem ama bende bir yara kalmıştı acı hüzn ve keder. Keşkeler ve acabalar içerisinde bocalıyıverdim uzun bir süre dalmazdan önce yatağımda ... Ve Belkiler temennisi ile uyuya daldım acı ve keder ile yoğrlmuş bugünden güzel yarınlara uyanmak umuduyla ... 
 
BU HİKAYELER HARİKA YAAA HERKESİN OKUMASINI TAVSİYE EDERİM BİRAZ ZAMAN ALIR TABİ AMA DEĞER YÜREĞİNİZE SAĞLIK HİÇ SIKILMADIM..:)
 
Geri
Üst