Atatürk'ün Çocukluk Anıları

Kodla Büyü

Serdar Yıldırım

Site Gezgini
Mesajlar
75
147327582_3906622396042659_8787216665744940723_n.jpg



MUSTAFA OKULA BAŞLIYOR
Mustafa okula başlayacaktı. Babası Ali Rıza Bey oğlunun laik eğitim veren Şemsi Efendi İlkokulu’na gitmesini istiyordu. Annesi Zübeyde Hanım ise, mahalle mektebine gitmesini arzu ediyordu. Bu konu etrafında fikir çatışmaları sürüp gidiyordu:
Zübeyde Hanım: “ Ne var yani Şemsi Efendi İlkokulu’nda? Ne öğrenecek orada? Hem orası uzak. Mahalle mektebi şuracıkta. Oraya gitsin istiyorum. “
Ali Rıza Bey: “ Hanım, okulun yakınlığı, uzaklığı önemli değil. Önemli olan, eğitimin iyi olması. Öğretmenlerin iyi eğitim vermesi. “
Zübeyde Hanım: “ Tamam işte. Mahalle mektebindeki hoca çok iyi eğitimciymiş. Mahalle mektebinde okuyanlar hep iyi eğitim almışlardır. Ben de mahalle mektebinden mezun oldum, orada okudum. Bilgide kimden aşağı kaldım, söyler misin bey? “
Ali Rıza Bey: “ Kimseden aşağı kalmadın, Zübeyde. Ben her zaman senin bilgili olmanla övünmüşümdür ama Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu’na gidecek. “
Ali Rıza Bey yine de, Zübeyde Hanım’ın hatırını kırmamak için, oğlu Mustafa’yı birkaç günlüğüne mahalle mektebine gönderdi.
Daha sonra bir bahaneyle Mustafa’yı mahalle mektebinden alarak Şemsi Efendi İlkokulu’na yazdırdı. Bu durum Mustafa’nın da hoşuna gitmişti, çünkü mahalle mektebinin dersleri O’na ağır gelmişti. Ağır gelmesi derslerin zorluğundan değil, konuların ağır yani yavaş işlemesindendi. Mustafa, hocanın birinci derste anlattığı konuyu hemen kavrıyor, ikinci derste yeni bir konuya geçmesini bekliyordu ama hoca sadece birinci derste değil, bütün bir gün aynı konuyu anlatıyordu. Bu durum Mustafa gibi yaşı küçük aklı büyük, yaşına göre, dünyada eşine ender rastlanacak üstün zekâlı bir çocuk için, sıkıcı bir durumdu. Kimse benden koşmam gereken bir durumda yürümemi beklemesin, diyordu.
Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu’nda kısa zamanda tanındı ve sevildi. Hele sınıf öğretmeni Mustafa diyordu da başka bir şey demiyordu. Öğretmenler odasında devamlı olarak bu başarılı öğrencisini anlatıyor, O’nu övüyordu: “ Arkadaşlar, az önceki matematik dersinde sınıfa çok zor bir problem sordum. Kimse duymasın, soruyu üçüncü sınıfların ders kitabından almıştım. Sınıfta kimsenin problemi çözemeyeceğinden emindim. Problemi önce yüksek sesle okudum, daha sonra tahtaya yazdım. Öğrencilerin çoğu soruyu okumakla meşguldü. Oysa çalışkan öğrenciler defterlerine çözüm işine girişmişlerdi. Problemi doğru çözdüğünü söyleyen altı öğrenciden beşinin bulduğu sonuç yanlıştı. Sadece Mustafa doğru sonuca ulaşmıştı. Siz olsanız böyle bir öğrencinizi alnından öpmez misiniz? Gelecekte Türk Milleti bu çocuktan çok şey bekleyecektir. “

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

---------------------------------------------------------------------

PİYADECİLİK OYUNU
Günlerden bir gün komşumuz Binbaşı Kadri Bey’in oğlu Ahmet izinli gelmişti. Temiz üniforması, anlamlı bakışlarıyla hayranlık duyulacak bir askeri ortaokul öğrencisiydi. Bir an kendimi o üniformanın içinde hissettim. O birkaç gün içinde komşular Ahmet’i görmeye gitti. Biz de annem Zübeyde Hanım ve kız kardeşlerim Makbule ve Naciye ile birlikte Ahmetlerin evine gittik. Ahmet askeri üniformasıyla evin salonunda, misafirlerin yanında sol eli cebinde biçimlice yürüyordu. Asalet ve saadetin ulaştığı en yüksek nokta buydu.
Daha sonra bir gün Ahmet, beni ve komşu çocuklarını bir araya topladı ve şöyle dedi:“ Gelin bakalım arkadaşlar, şimdi sizlerle piyadecilik oyunu oynayacağız. Şu gördüğünüz tepeyi, Türk çocukları savunacak. Rum çocukları ise, ben başla dediğimde tepeye çıkarak onları aşağı çekmeye çalışacak. Oyunun sonunda, hangi grup tepeyi ele geçirirse o grup kazanmış sayılacak. “
Komşumuzun oğlu Ahmet’in başla demesiyle Rum çocukları ileri atıldılar ve tepeye tırmanmaya başladılar. Takımlar beşer kişiydiler ve ilk tepeye tırmanan Rum çocuğu bir arkadaşımı kolundan tutup aşağı çekti. Rum çocukları çok hırslıydı ve paçasından yakalanan bir arkadaşım daha aşağı çekildi. Aşağı çekilen iki arkadaşımın yukarı çıkma şansı yüzde bir bile değildi. Şimdi tepeyi savunan üç Türk çocuğu kalmıştık. Beş Rum çocuğu tepenin üstüne çıktı ve etrafımızı sardı. Yeniliyorduk.
Bir Türk çocuğu, beş Rum çocuğuna bedeldir, dedim. Onlar bana değil, ben onlara saldırdım. Tepeyi Rum çocuklarına bırakmamaya kararlıydım. Benim kazanma isteğimi gören arkadaşlar da ileri atıldılar. Sonunda tepenin üstünde iki Türk çocuğuyla yalnız kalmıştım. Rum çocuklar, yenilgiyi kabul etmişler ve üstleri toz toprak içinde aşağıdan bakıyorlardı. Biz kazanmıştık.
Mustafa daha sonra gizlice sınava girdi ve Selanik Askeri Rüşdiye’sine kaydını yaptırdı. Mustafa özellikle sınavın yetenek bölümündeki piyadecilik oyununda demir gibi bileği, çelik gibi yüreğiyle komutanların dikkatini çekti.
Kuvvet, kudret, hareket, kabiliyet hepsi Mustafa’da vardı. Gelmedi, dedi komutanlar, bu askeri rüşdiyeye böyle bir öğrenci daha gelmedi. Gelemez, dedi bir başka komutan, dünya durdukça hiçbir askeri rüşdiyeye böylesine bir öğrenci gelemez.

-----------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: ELBİSE KAVGASI
Çocukluğumda yaşadığım anılardan biri de Makbule ile Naciye arasındaki elbise kavgasıdır. Komşu kızın üstünde yeni elbiseyi gören Makbule ile Naciye, anneme, biz de yeni elbise isteriz, dediler.
Annem: " Tabi olur, benim güzel çocuklarım. Ölçünüzü alır, size yeni birer elbise dikerim. Şunun şurasında bayrama ne kaldı? Bayram günü de yeni elbiselerinizle gezersiniz. "
Birkaç günde elbiseler hazırdı. Makbule ile Naciye yeni elbiseleriyle kıvanarak gezdiler. Bir hafta sonra kız kardeşlerim eski elbiselerine dönüş yaptılar. Annem de yeni elbiseleri yıkayıp, ütüledi ve elbise dolabına astı.
Aradan zaman geçti ve arefe gününden bir gün önce evde bir gürültüdür koptu. Naciye bayramlık elbisesini giymek istemiş, üstüne olmamış, dar gelmiş ve bir yaş büyük ablası Makbule'nin elbisesini giymiş. Bunun gören Makbule Naciye'den elbisesini çıkarmasını isteyip sesini yükseltmiş.
Araya giren annem Naciye'ye neden ablasının elbisesini giydiğini sordu. Bunun üzerine Naciye: " Ama anne, benim elbisem üstüme olmadı, çok dar geldi. Bir de ablamın elbisesini deneyeyim dedim. Tam geldi. Bayramda ben bunu giyeyim ha, ne dersin? " Annem daha sonra elbiseyi Makbule'ye giydirmeye çalıştı ama dar geldi.
Annem: " Tabi dar gelir. Siz büyüme çağındasınız. İki ay önce diktiğim elbisenin şimdi dar geleceğini düşünemedim. O zaman bayramda Naciye bu elbiseyi giyer, ben Makbule'ye iki gün içinde yeni elbise dikerim. "
Annem aynen öyle yaptı. İki günde elbiseyi dikti ve Makbule bayramda bu elbiseyi giydi. Beni sorarsanız annemden rica etmiştim ve beni kırmadı. Bana bayramlık alınmadı. Babamın yokluğunda zaten kıt kanaat geçiniyorduk. Annemi zor durumda bırakmak istemedim.

Öğretmenim Atatürk - Bilgi Yayınevi - Sayfa: 21-22
Bir Öğretmenin Kaleminden ATATÜRK-Doğan Egmont - Sayfa: 16-17

------------------------------------------------------------

BALIKLARI SUYA ATTIM
Bir gün Makbule ile Naciye'yi yanıma alarak çiftliğin yakınındaki gölette balık tutmaya gittim. Ben oltayla balık yakaladıkça Naciye ağladı, yalvardı, balıkları suya atmamı istedi. Naciye ağlamasın diye, balıkları suya attım ve erkenden çiftliğe döndük. Zaten hastaydı, hastalığının ilerlemesinden korkuyordum. Çiftlikte elimdeki kovanın boş olduğunu gören dayım bana şöyle dedi:
" Vay Mustafa , bakıyorum göletteki bütün balıkları yakalamışsın. Bu kadar balık bize çok, yarısını köye verelim. Hani balıklar, oltana yakalanmak için, atılırlardı. Hani avladığın balıkları şanslı sayardın. Giderken bir kova daha istiyordun. Sen önce bu kovayı doldur da sonra ikinci kovayı iste. "
Dayım konuşmasına devam edecekti fakat Makbule araya girdi:
" Mustafa abim, yakaladığı balıkları suya atmasaydı iki kova dolardı. "
Bunun üzerine dayım: " Nee, abin yakaladığı balıkları suya mı attı? Ama neden? " diye sordu.
Makbule bu soruya şöyle cevap verdi: " Çünkü Naciye balıklara acıdı ve her balık yakalandıktan sonra ağladı. "
Naciye: " Ben ağladım diye abim bir dolu balığı suya attı. " dedi.
Dayım: " Affet beni Mustafa.. Durup dururken haksız yere sana laf söyledim. Senin boşa konuşmayacağını anlamalıydım. Yarın ikimiz gideriz balık tutmaya. Yanımıza dört kova alırız. " dedi.
Dayım konuşmasını bitirince bir an Naciye ile göz göze geldik. Kardeşim yalvaran bakışlarla bana bakıyordu.
Ertesi gün sabah kahvaltısından sonra dayım çiftlikte beni çok aradı. Bulamazdı tabi ki çünkü samanlığa saklanmıştım. Dayım, Mustafa, Mustafa, neredesin? diye bağırdıkça yanımdaki Makbule ile Naciye kıkır kıkır güldüler.

Benim Adım Atatürk - Puslu Yayıncılık - Sayfa: 21-23
Bir Öğretmenin Kaleminden ATATÜRK-Doğan Egmont - Sayfa: 21-22

-------------------------------------------------------------

KARANLIKTAN KORKMAM
On beş yaşlarındaydım. Manastır Askeri İdadisi'ne gidiyordum. (O zamanın lisesi) Yaz tatilinde dayımın çiftliğine gitmiştik. Komşunun oğlu Enver'le çok iyi arkadaştık. Ara sıra birlikte gezerdik. Bir gün Enver, bizim bağa gidip üzüm yiyelim, dedi. Ben de olur dedim. Annelerimizden izin alıp yola çıktık. Sağda solda fazla eğlendiğimiz için, karanlığa kaldık.
Enver: "İstersen dönelim. Sen şehir çocuğu olduğun için, karanlıktan korkarsın. Böyle durumlara alışık değilsin" dedi.
Ben karanlıktan korkmadığımı söyledim. Yola devam edelim dedim. Tarla kenarı, patika yol, ağaçlık alan derken, karanlık iyice çöktü. Yanımdaki Enver'i zor seçer oldum. Bir saat önce dağların kartalıyım diyen Enver, gel Mustafa dönelim, az kalmıştı ya, yarın gündüz geliriz, demeye başladı. Neyse ki sonunda bağa vardık ve birer salkım üzüm kopardık. Üzüm yiyerek çiftliğe döndük.

Öğretmenim Atatürk - Bilgi Yayınevi - Sayfa: 47

---------------------------------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: ARKADAŞIM YUSUF KEMAL
Langaza'daki dayımın çiftliğinde her gün bir başka olayla karşılaşır ve değişik arkadaşlarla tanışırdım. Yarıcıların çocukları çiftliğe gelirdi. Onlara karpuz dilimleyip, ikram ederdim. Aralarında orta yere çıkıp güreşenler olurdu. Bu güreşlerde ben pek çok defa hakemlik yaptım. Bir defasında güreşen bir çocuğun babası yanıma sokuldu ve şu benim oğlanı galip getir, al bu parayı harca, dedi. Ben, kusura bakma dayı, senin paran bende geçmez, deyince adam yanımdan uzaklaştı.
Sonraki günlerde çiftliğe Yusuf Kemal adında bir çocuk geldi. Ben yaşta, ben boyda ve sarışındı. Yusuf Kemal'le arkadaşlığı bir ilerlettik. Bir defasında hiç unutmam bir güreşi idare ederken, düdüğü ona vermiş ve hakemlik yapmasını istemiştim. Pek güzel hakemlik yapmış ve güreşi iyi sonlandırmıştı.
Bir konuşmamızda, senin adın Yusuf ama Kemal'i var. Benim adım Mustafa, Kemal'i niye yok, demiştim. Bunun üzerine Yusuf Kemal, üzüldüğün şeye bak. Sana Mustafa Kemal diyelim, olsun bitsin, demişti. Sonra aradan aylar geçti. Selanik Askeri Rüşdiyesi'nde ( Ortaokul ) okurken, bir arkadaşa Yusuf Kemal'den bahsetmiş ve Yusuf'un üç veya dört defa bana Mustafa Kemal diye hitap ettiğini nakletmiştim. Bu durum matematik öğretmenimiz Yüzbaşı Mustafa Efendi'nin kulağına gitmiş. Matematiğe büyük ilgim nedeniyle, matematik öğretmenimiz, “Oğlum, senin de adın Mustafa benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun” diyerek bana Kemal adını verdi.  

-----------------------------------------------------------------

DÜNYA ASKERİ LİSELER ŞAMPİYONU
Mustafa Kemal, Şemsi Efendi Okulu 4. sınıfa giderken koşuda Selanik Şampiyonu olmuştu. Selanik Askeri Rüştiyesi ve Manastır Askeri İdadisi'ne giderken koşuyu bırakmadı. Arkadaşlarıyla her gün antrenman yapardı. Özellikle Manastır Askeri İdadisi'nde ( şimdiki askeri lise) 1 mil ( 1.609 metre ) koşusunda okulun yıldızıydı. Yarış başlar başlamaz öne geçer ve yarışı önde götürürdü. 1 mil koşusunda geçildiği görülmemişti. Askeri liseler arasındaki koşu yarışında Mustafa Kemal ülke şampiyonu olmuştu. Aynı yıl Manastır'da düzenlenen dünya askeri liseler şampiyonasında 1 milde birinci olarak dünya şampiyonu olmuş ve altın madalya kazanmıştı.

----------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANILARI - KUYU
Langaza'da dayımın çiftliğinde kalırken komşu çiftliğin yakınından geçerdim. Bir gün çiftlikten sesler geldi. Koştum. Kuyunun başında üç çocuk kız kardeşlerinin kuyuya düştüğünü söylüyor ve yardım istiyorlardı. Oralarda kalın bir ip buldum. İpi ağaca bağlayıp kuyuya indim. Tahminen altı yaşlarında bir kız beline kadar su içinde duruyordu. İpi kızın beline bağladım ve ağabeylerine yukarı çekmesi için, seslendim. Ağabeyleri kızı yukarı çektiler. Daha sonra ipi aşağı sarkıttılar. İpi belime bağladım, ellerimle tuttum ve beni çekiniz, diye bağırdım. Çeken olmayınca ipten tırmanarak kendi çabamla yukarı çıktım. Kimseler yoktu. Demek ki kardeşlerini kurtarınca ağabeyleri beni kurtarmaya lüzum görmemişti.

ALMAN KOMŞUMUZ
Arabanın icat edildiği yıllardı. Selanik'te zengin bir Alman komşumuz vardı. O komşumuz bir araba almıştı. Yollarda arabayla giderken, görenler şaşırmıştı. Bu araba atsız, öküzsüz nasıl gidiyor diye. Komşumuz bir akşam evine dönerken, farları yakmış. Araba gürültülü çalıştığı için, canavar geliyor diyerek insanlar kaçışmış. Hatırladığım kadarıyla bir gün aşırı hız yaptığı için, polis ceza kesmiş. Komşumuz o sıra 20 km. hızla gidiyormuş.

AKREP OLAYI
Makbule dört- beş yaşlarındaydı. Bir gün çiftliğin duvarında akrep görmüş ve çok korkmuş. Mustafa abi, koş, duvarda aprek var, diye bağırıyordu. Ben koşarak Makbule'nin yanına vardım. Parmağıyla işaret ettiği yerde bir akrep duruyordu. Yerden taş alarak akrebi ezdim. Makbule'nin elinden tutarak annemin yanına götürdüm. Annem, ne olduğunu sordu. Ben de olanları anlattım. Annem çok korktuğu için, Makbule'ye su içirdi. Daha sonra yatağına yatan Makbule derin bir uykuya daldı.

KOYUN SÜRÜSÜ
Kız kardeşim Naciye çok konuşkandı ve hatırı sayılır derecede önemli olaylardan bahsederdi. Bir gün öyle bir hikaye anlatmıştı ve ben hayretler içinde kalmıştım. Çobanın biri, dağda koyun otlatıyormuş. Koyunlar çokmuş, sürüde en azından beş yüz koyun varmış ve bir ucu ilerideki uçurumun kenarına kadar varıyormuş. Derken, bir koyun uçurumdan aşağı atlamış. Bunu gören diğer koyunlar uçurumdan aşağı atlamaya başlamış. Bereket çoban durumu fark etmiş ve sürünün yarısını kurtarmış. Bıraksa koyunların hepsi uçurumdan atlayacakmış.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994
 
ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: RUM ÇOCUK ÇETESİ
Mustafa'nın dayısı Hüseyin Ağa akşamüstü çiftliğe geldi. Hava karamaya başladığından herkes odada oturmuş, akşam yemeği öncesi sohbete dalmıştı.
Hüseyin Ağa: " Millet duydunuz mu? Karşı Rum köyünden çocuklar beş-altı kişilik bir çete kurmuşlar, sağa sola saldırıyorlarmış. Tarlada veya yolda yalnız Türk çocuğu görürlerse dövüyorlarmış. Çevre köylerde herkeste bir korku varmış. Çocuklar, yalnız evin kapısına çıkamıyormuş. Bugün öğle vakitleri bizim köyden Hasan'ın oğlu Veli'yi bahçede yakalayıp dövmüşler. Veli evinde yaralı yatıyor. Gittim, gördüm. Ayaklarına sopayla vurmuşlar. Yürüyemiyor."

Hüseyin Ağa'nın Karısı: " Yazıklar olsun! Veli'den ne istemişler? Kendi halinde, saf, iyi yürekli bir çocuk o. "
Zübeyde Hanım: " Ben bu Rumları hiç sevmem, çünkü her Rum, Türk düşmanı olarak doğar. Rum çeteler, Türk köylerine hep saldırırlar. Şimdi bir de çocukları çıktı başımıza. "
Hüseyin Ağa: " Mustafa, artık bakla tarlası işi de yatar. Rum çocuklar bizim köyün etrafında gezerlermiş. Zannedersem bundan sonra bakla tarlasında bekçilik yapmaya gitmezsin. Rum çocuklara yakalanırsan seni ikiye bölerler. "
Mustafa: " Dayıcığım, bu mümkün değil. Onlar beni ikiye bölmeden, ben onları dörde bölerim. "
Odada gülüşmeler çoğalınca Hüseyin Ağa, ben ellerimi bir yıkayayım, deyip dışarı çıktı. Akşam yemeği yendikten sonra da aynı konu konuşuldu. Konuşulanlar özetlenirse, artık Mustafa, Makbule ve Hüseyin Ağa'nın çocukları kesinlikle çiftlik duvarları dışına çıkmayacaktı.
Mustafa ise, korkmakla bir yere varılamayacağını, söyledi. Benim tarlaya gitmemem, zalimin zulmüne dur demeyeceğim anlamına gelir. Ben tarlaya gitmeyeyim, Ahmet, Mehmet gitmesin. Bunun sonu nereye varır? Bu duruma karşı çıkacak birileri lazım, birisi lazım. Mustafa, Rum çocuklardan korktu da tarlaya gitmedi dedirtmem kimseye, dediyse de dinletemedi.
Zübeyde Hanım: " Cesaretin böylesini alkışlarım ama tarlaya yalnız gitmeni istemiyorum. Otur oturduğun yerde, " dedi.
Hüseyin Ağa: " Boş ver be Mustafa. Önemseme böyle şeyleri. Ben o Rum çocukları görürsem sopayla kovalarım. Sanki memleketi sen mi kurtaracaksın? " diye sordu.
Mustafa: " Evet, dayıcığım, gerekirse evet. "

Mustafa ertesi gün daha güneş doğmadan yatağından kalktı. Üstünü değiştirip, dışarı çıktı. Çiftlikten ayrılıp bakla tarlasına doğru yürümeye başladı. Ay ışığı altında önünü görüyordu. Demek Rum çocuklar çete kurmuşlar ve Türk çocuklarını dövüyorlarmış. Daha iki gün önce Veli'yle dört taş oyunu oynamışlardı. Veli şimdi acaba ne haldeydi? Yüzündeki yaralar biraz iyileşmiştir. Ayaklarına sopayla vurmuşlar. Yürüyememesi çok kötü. Mazluma eziyet, cezayı gerektirir. Gerekirse cezalandırıcı olurum.

Mustafa bakla tarlasına vardığında güneşin ilk ışıkları ortalığı aydınlatmaya başlamıştı. Sabah oluyordu. Tarlanın ortasında bulunan kulübeye girdi. Oradaki birkaç aleti aldı. Bunları eski giyecek eşyalarının altına koyarak kapının iki tarafına gizledi. Daha sonra tarlanın dışına çıkarak, geri döndü. Son derece yavaş adımlarla, arada bir durup düşünerek, tarlaya girdi ve kulübeye doğru yürümeye başladı. Kendini çete reisi yerine koyuyor, yine kendisi için, felaket senaryosu üretiyordu.

Mustafa tarlanın ortasında bulunan kulübenin yakınlarında dururken ilerideki tarlanın kenarından yürüyerek gelen birkaç kişi gördü. Gelenler yaklaştıkça Mustafa bunların görünüşlerinden çocuk, giyinişlerinden Rum olduklarını anladı. Bakalım bu Rum çocuklar yalnız buldukları Türk çocuklarını döven çetenin elemanları mıydılar? Mustafa, en kötü ihtimalle bunlar onlardır, diye düşünerek, dik duruşunu bozmadı. Değilseler ne iyi ama ya onlarsa önce uyarıcı sonra caydırıcı olmalıydı. Mecbur kalmadıkça kavga işine girmek istemiyordu. Belki de büyüdüğünde çok daha büyük kavgalara kendini hazırlıyordu. Böyle dar alanlarda marifet gösterilemeyeceğini düşünüyordu. İnsanın bir marifeti varsa bunu dünyaya göstermeliydi.

Beş Rum çocuğundan dördü tarlanın kenarında kaldı. Sadece biri, kabadayı hareketlerle yürüyeni tarlaya girdi ve Mustafa'ya doğru yürümeye başladı. Sağ tarafından su almış, hafifçe yana yatmış gemi gibi, kafa öne eğilmiş, gözlerini belertmiş, bakışlarını Mustafa'ya dikmiş, O'nun korkmasını ve kaçmasını bekleyerek yanından geçip kulübeye girip çıktı ve gelip Mustafa'nın iki adım karşısında durdu.
" Hey arkadaş! Sen heykel gibi dimdik durmak. Yok kulübede baba, dede. Demek sadece kendine güvenmek var. "
" Doğrudur bu. Kendime çok güvenirim. Her engeli aşmasını bilirim. "
" Dur arkadaş! Farz et ki, önünde büyük engel, aşamadın engeli. "
" O zaman, engeli yıkar geçerim. "
" Vay be!.. Bravo arkadaş! Sen çok cesur olmak. Ben seni alkışlamak. Gün gelip dünya seni alkışlamak. Ben sana hürmet, saygı. Ben yanlış yapmak. Dövmek Türk çocuklarını. Senden utanmak. Buralardan gitmek ben, çok uzaklara. "

Rum çocuklar gittikten sonra Mustafa bir süre oralarda gezindi. Cesur olmak, bana her zaman artı puan kazandırmıştır, diye düşündü. Cesur olmasaydım, sabahın köründe tarlaya gelip Rum çocuklarını beklemezdim. Çetenin elebaşı, karşımda tutunamayacaklarını anladığı için, ters - yüz edip, arkasına bakmadan kaçtı. Benim için, birle beş hiç fark etmez. Kapışma olsaydı, onların alacakları eksi puanları geldikleri Rum köyündekiler bir günde saymakla bitiremezdi.

Sabah uyanınca Mustafa'nın yatağının boş olduğunu gören dayısı, Mustafa'yı aramaya çıkmıştı. O'nu nerede bulacağını çok iyi biliyordu. Tarlaya geldiğinde:
" Neden böyle yaptın Mustafa, erkenden tarlaya geldin? Biraz önce Rum çocuklarını gördüm. Hızlı hızlı gidiyorlardı. Galiba buraya uğramışlar. Sende kırık - çıkık yok ya? "
" Bende kırık - çıkık yok da, çete reisiyle kısa bir tartışmamız oldu. Böylelikle kötülük yapma düşüncesi kayboldu. Türk, öyle güçlüdür ki, her zorluğun üstesinden gelir. Daima başarılı olur. Türk'ün gücünü az önce anladılar. Ben büyüdüğümde daha iyi anlayacaklar. "

SON

Mustafa Kemal Atatürk - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994

--------------------------------------------------------------------------

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUĞU - 5
Mustafa bir gün bakla tarlasında otururken canı sıkıldı ve gezmeye çıktı. Bu kez biraz daha, biraz daha derken, çok uzaklara gitti. Sonunda, karşısına bir göl çıktı. Mustafa göl kıyısında yürürken, yan taraftaki kayalıktan kendisine seslenildiğini duydu: “ Hey, baksana bana, ne gezip duruyorsun göl kıyısında, gelsene buraya. Gel, yabancı değilim ben. “
Mustafa kafasını sağa çevirip baktı. 35 - 40 yaşlarında, uzun boylu, temiz yüzlü bir adam el sallıyordu. Güler yüzlü bu adam Mustafa’nın durakladığını görünce: “ Ne yapalım canım, madem ki, sen benim yanıma gelmiyorsun, ben senin yanına gelirim “ dedi ve Mustafa’nın yanına doğru yürümeye başladı. Biraz sonra, O’nun yanına varmıştı. Adam, elini uzatarak: “ Ben Nihat Bey “ dedi.
Mustafa, adamın saygılı bir şekilde uzattığı eli içtenlikle sıktı: “ Ben de Mustafa. Tanıştığımıza sevindim “ dedi.
Daha sonra Nihat Bey ile Mustafa, yakındaki bir mağaranın önüne gidip oturdular. Nihat Bey, burada beş konu ortaya attı ve Mustafa’nın konularla ilgili beş sorusunu cevapladı.

Nihat Bey: “ İnsanlar iyi şeyler düşünmeli, iyi işler yapmalı, iyi insan olmalıdır. İyi insan, güzel insandır. Güzel insan fevkaladedir. Fevkaladelik insanın beyninde ve yüreğinde bulunmalıdır. Aleladelik beyin ve yürekte bulunmaz. Sadece davranışlarda kendini belli eder. "
Mustafa: “ Alelade insana örnek verebilir misin? “
Nihat Bey: “ Sert, kaba ve kırıcı sözler söyleyendir. Doğru nedir bilmez, yanlışı fark etmez. “

Nihat Bey: “ Okumak, zekâyı geliştirir, cehaleti eleştirir. Cehaleti cahil eleştirmez. Cahil okumaz veya okuduğunu anlamaz. Cahilde zekâ yoktur. Dünyada cahil çoktur. “
Mustafa: “ Bazı insan çok okuyor, iyi de bir insan, erdem sahibi kabul ediliyor ama çekilmiş köşesine. Bilgisinden faydalanan yok. Doğru mu bu? “
Nihat Bey: “ Erdemli insan, üstün insandır. O, yücedir, büyüktür. Erdemli insan, insanlara öğretmeyi, onları eğitmeyi görev kabul eder. Bu işin zorluğunu bilir ve iradesini giderek güçlendirir. “

Nihat Bey: “ Yıldızlar gökyüzünün gözleridir. Onlar, her şeyi görür. Gece de vardırlar, gündüz de vardırlar ama gündüz gözükmezler. “
Mustafa: “ Gökyüzüne insan dersek, gözlerimiz yıldızlar oluyor. Bizde iki olan yıldız gökyüzünde niye çok? “
Nihat Bey: “ İnsan gökyüzüne oranla küçük ve iki yıldız yetiyor. İnsan fikir ve düşünce bakımından gelişirse beyninde ve kalbinde iki göz açılır. Bunlar beyin gözü ve kalp gözüdür. “

Nihat Bey: “ Savaş iyi bir şey değildir. İyi olmayan bir şey kötü bir şeydir. O zaman savaş kötü bir şeydir. Savaşın zıttı barıştır. Savaş kötü olduğuna göre barış iyidir. “
Mustafa: “ Barışı çok istemene karşın, barıştan uzaklaştırılırsan, savaşmak zorunda bırakılırsan? “
Nihat Bey: “ Eğer vatanın tehlikedeyse savaşırsın, yenilgiyi düşünmezsen, kazanırsın. Kazandın diye haddi aşmazsın. Barış istersin. “

Nihat Bey: “ Uygarlık önemli, gelecek gizemli. Uygarlık sevgiyle paralel gelişirse, gelecek mutlu, insanlar mutlu; yoksa gelecek mutsuz, insanlar mutsuz. “
Mustafa: “ Sevgisiz uygarlık olmaz diyorsun. Sevgi yürürken uygarlık koşarsa ne olacak? “
Nihat Bey: “ Öyle olmaması gerekir. Uygarlık sevgiyi sırtlamalı, sırtında taşımalı. “
Nihat Bey’in yanından ayrılan Mustafa, bakla tarlasına geri dönerken, onunla yaptığı görüşmeyi faydalı buluyor ve iyi ki, göl kıyısına gittim, diye düşünüyordu.

SON

TÜRKÇE 6. SINIF
Hepsi 1 Arada
TUDEM YAYINLARI - 29. SAYFA
 
Geri
Üst